Hümanist psikolojinin ortaya çıkmasına katkıda bulunan Abraham Maslow, “doruk deneyim” kavramından bahsederken, deneyimi yaşayan benlik ile gözlemleyen benliğin arasındaki ayrımın silikleştiğinden bahseder. Söz konusu deneyim, yalnızca öznel bir duygu olmakla kalmaz, aynı zamanda gözlemci tarafından da fark edilir. Maslow, bu “anlarda” bireyin engel tanımayan bir ırmak gibi kendi özgünlüğünü tecrübe ederken, sanatçı olmaya da daha eğilimli olduğunu ekler. Bu deneyim sırasında hissedilen minnet duygusu, “kahraman” ile “gösterişsiz hizmetkârı” tek bir vücutta birleştirerek bireyin iç çelişkisini yok eder.
“Doruk deneyim” ya da “anı” sinemaya aktarmayı amaçlayan iki filmden ilki Sam Mendes’ in Amerikan Güzeli’dir.
Plastik torba sahnesinde Ricky ve Jane yan yana oturmuş halde ekrana bakarlar. Ekrandaki görüntü Ricky’nin kamerası (gözlemleyen ben) ile kaydettiği “en güzel şeydir.” Görüntüde, plastik bir torba rüzgârda savrularak adeta Ricky’le dans etmektedir. Ricky o “anda” “şeylerin” arkasında sonsuz bir yaşam olduğunu idrak eder; artık korkmasına gerek yoktur; hislerini şu cümleyle betimler: “Dünya’da o kadar çok güzellik var ki bazen kalbim hepsini almaya dayanamayacakmış gibi hissediyorum.”
Semih Kaplanoğlu’nun Yumurta-Süt-Bal üçlemesinin ikinci filmi olan Süt’ün son sahnesinde ise, şair olma ideali yitip giden Yusuf, kameranın önünde çerçeve dışına bakarken adeta olanın ardındakini aramaktadır. Kafasındaki fener ışığının tüm ekranı kaplamasıyla “aydınlanan” Yusuf’un bakışları ile Semih Kaplanoğlu, kahramanına tek kelime dahi söyletmeden, sessizliğin dilini konuşturmuş ve “anı” filme şiirsel bir görüntü ile aktarmıştır.
İyiliğin ışığı tüm “şeyleri” kuşatmaktadır.
Ruhu sonsuzlukta yıkanmış, bedeniyse zamana gömülmüş olan insanın diğer canlılardan farkı, öleceğini bilmesidir. Sanatın ve özelinde sinemanın, insanın yaşarken öldüğü “anları” aramasına aracı olabilecek potansiyele sahip olması, sessizliğin dilini ve zamanı doğal olarak bünyesinde barındırmasından kaynaklanır.