Anı yaşamakla, şimdinin gücüyle ilgili ne çok şey söylenir değil mi? Yıllar önce okuduğum kitabında Echart Tole “Şimdi denilen an bizim ‘’Varlık’’ ile buluştuğumuz tek andır” diyordu. O zaman bunu okuyarak ne kazanabileceğimizi sorgulamıştım. Okumak elbette deneyimlerimizle ilgili farkındalığımızı artırıyor, ancak okumak eylemi sadece kitaptan kitaba geçmekle mi sınırlı? Bir resmi, bir topluluğu, birinin gözlerini ya da bir müziği de okumamız mümkün değil mi? Zihnimizde öz okuma eylemi yapmadıkça, dünyayı önce kendi kendimize okumaya çalışmadıkça ne kadar farkında olabiliriz? Eğer bir şekilde kendimizi varoluşla buluşturamadıysak, yaşamanın ne anlamı kalır? Peki ya hayatımız boyunca, hayatımızın her alanında sadece bildiklerimizi okuyorsak… Ya bilmediklerimizi okumayı denemiyorsak…
Aileleriyle farklı şehirlerde yaşayanlar bilir; yaşadığınız şehirden ailenizin yanına dönüp, bir süre burada kaldıktan ve yeniden oraya aitmişsiniz gibi hissetmeye başladıktan sonra bir parçanızı oraya bırakıp tekrar yaşadığınız şehre dönmek çok zor gelir. Dünyadaki hiçbir tanımlamaya uymayan, hiçbir şeye ve hiç kimseye benzemeyen yarımızdır aslında orada bıraktığımız. Taşkent bana bu hissi verirdi. Adını taşların arasında kurulmuş bir köy olmasından alır ve kayaların üzerinde yetişmiş çam ağaçlarıyla çevrilmiştir. Normalde yolda yürüken sokağın ortasında veya kenarında kocaman, oyuklu, yüzünü türlü türlü şekillere benzettiğiniz gizemli ve devasa bir kayaya rastlamazsınız. Ama bizim oralarda yamaçların uçurumların derenin yanından eve yürürsünüz hatta biraz daha şanslıysanız tam da uçurumun kıyısına kurulmuş evlerde yaşarsınız. Böylece geceleri pencereyi açtığınızda veya daha güzeli balkona çıktığınızda koca boşluğun tam içinde olduğunuzu hissedersiniz. Kocaman yıldızlarla dolu gökyüzünün altında sallanan bir kimse olursunuz. Hiç kimse olursunuz. Bu ne mükemmel bir duygudur bir bilseniz.
Eğer bir şekilde hiçkimse ya da herhangi biri olabiliyorsanız biri size napıyorsun diye sorduğunda tıpkı bizim köydekiler gibi rahatlıkla hiç diye yanıtlarsınız, böylece aslında tek yaptığım koskoca bir hiç , çünkü yaptığım tek şey var olmak demiş olursunuz.Halbuki gün içinde sabahın en erken saatlerinden itibaren yaptıkları pek çok şey vardır ve günün sonunda gerçekten üretken insanlar olarak uyurlar ama bu onlar için son derece doğaldır ve bunlara koca bir hiç demek çok kolaydır onlar için. Ancak şehirdeyken biri size “Ne yapıyorsun?” diye sorduğunda hiç diye yanıtlamanın türlü türlü olumsuzlukları vardır. Her şeyden önce ne hakla hiçbir şey yapmazsınız? Hayat bu kadar hızlı akarken nasıl da geri kaldığınızın farkında değil misiniz? Derhal yetişin, yoksa kimse koşmazsa ne anlamı kalır değil mi? Ya da ne tembel şeysinizdir öyle. Ancak daha da ilginç olanı hiçbir şey üretmeden veya doğayla hiç temas etmeden geçirdiğimiz günler boyunca yaptıklarımızı anlata anlata bitiremeyiz.
Şimdi Tuluyhan Uğurlu’dan bahsedecekken neden buralardan geçtik. Eğer bir müzisyen onun gibi köyüne sadık biriyse o zaman müziğini sadece burjuvalarla değil, her yerde, herkesle paylaşır. Üstelik burjuvazinin en gözde enstrümanlarından piyano çalıyor olsa bile… Dağın tepelerin üzerine , sokağın ortasına ya da Kapalıçarşı’ya getirir çalar piyanosunu. Çünkü o da bizim gibi, bizim köylü. Eğer o topraklardan, taştan, ağaçtan gelen o derin sessiz büyüyü almış ve bizzat deneyimlemişse bunu müziğine yansıtır; siz dinleyicilerini o an’a da taşır, memleketinize de. Hatta dünya turuna bile çıkarır sizi. Tuluyhan Uğurlu hem üretiyor hem doğaya dokunuyor.Bu nedenle ondan bahsederken müzik dehasının ötesine gitmemek haksızlık olur. Topraklarından gururla bahseden bu kişiyi topraklarıyla anmak gerekir. Kendisi klasik müzik dünyasında bir ilke imza attı ve konserlerini konser salonlarının dışına taşıyarak, tarihi mekânlarda gerçekleştirmeye başladı. Böylece müziğini şimdiki ana taşıdı. Nemrut Dağı (2150 metrede verilen özel konser) Sirkeci Garı, Hattuşa, Truva, Tuşba antik kentleri, Dolmabahçe, Yıldız, Çırağan ve Beylerbeyi Sarayları, Çimenlik Kalesi, Sultanahmet Meydanı, Kapalıçarşı gibi tarihi yerlerde konserler verdi. Bundan 9 yıl önce 26 Ağustos 2005 sabahı saat 05.30’da piyanosunu 1753 metrede Kocatepe’ye çıkararak, Atatürk ve şehitler için çaldı. 14 temmuz 2014’te verdiği bir konser için şu açıklamayı yapmıştır: “Bizim konser kaygımız yoktur. Biz hiçbir karşılık beklemeden elinde bağlaması ile köy köy dolaşıp kıraathanelerde, sobanın başına sandalye çekip oturup bağlama çalan insanların evlatlarıyız. Halk ozanlarının evlatlarıyız. Bizim hiçbir yer ve konser mekanı kaygımız olmamalı. Dediğim gibi sokağın ortası konser salonudur. Çünkü müzik hayatın kendisidir…’’
Bir kaç konserin gerçekleştirilmesinde gönüllü olarak yer aldığım Tuluyhan Uğurlu’nun geçtiğimiz günlerdeki konserlerine maalesef katılamadım ama bilginiz olsun yakında yine benzer projeleri var.
Belki de onların birinde görüşmek üzere…