Bırak, demiş, bırak... İş değil bu senin yaptığın. Haddini bil. Elinin erdiğine dokun. Gözünün gördüğüne bak. Ayaklarının götürdüğüne git, dilinin dediğini söyle. Uğraşma boş işlerle. Ötesi yok işte, görmüyorsun…
Kalp görmez. Kalp işitmez. Kalp gitmez. Aklını başına topla. Çek kalbinden. Böyle gelmiş, böyle gider. Kim başarmış ki bu işi sen başarasın. Kim yılmamış ki bu yoldan sen yılmayasın.
Yol uzun. Yol belirsiz. Yol kurak. Yol tehlikelerle dolu.
Yanarsın. Kül olursun. Savrulur küllerin dört bir yana…
Yok olursun. Karanlığın içine yuvarlanırsın…
Akla geldik, bilindik ve bilinmedik bütün hileleri bir bir kullanmış zihin.
İşkencelerin en duyulmadık, en bilinmedik, en canı candan koparanlarını yapmış kalbe.
Ten istekliymiş candan kopmaya ama kalp ne bedeni terk ediyormuş, ne canı. En onulmaz işkencelerde bile savrulmadan duruyormuş olduğu yerde…
Kalbi işkencelerin en amansızlarıyla dahi yıldıramayan zihin, yeni yeni yöntemler buluyormuş. Horluyormuş, alay ediyormuş, yok sayıyormuş onu. Ama o yok saydıkça, ufalamaya çalıştıkça kalp daha da güçleniyor ve büyüyormuş. Neredeyse ten kafesine sığmaz oluyormuş.
Çünkü kalp, ah o deli divane kalp, zihnin karanlık dediği yerde nurdan başka bir şey görmez, göremezmiş. Alemin var dedikleri onun için yokmuş. Yok dedikleri varmış.
O kalp ki söylemeden duramazmış türküsünü.
O kalp ki Mansur olmuş yaradana, Mevlana olmuş Şems’e, Mecnun olmuş Leyla’ya, Ferhat olmuş Şirin’e…
Ama mutlaka ve daima, ezelden ebede, noktanın sonsuzluğunda dönmüş durmuş.