İnsan ne zaman başlar önüne çıkan her şeyle dalga geçmeye?
Karşısındaki kişinin anlattığı, paylaştığı deneyimlerini bile, dinleyip bir fayda sağlamaya çalışmak yerine alaycı yanıt ve yorumlarla geri püskürtmeye…
Kendini, söylenen her cümleye esprili bir karşılık vermek zorunda hissetmeye…
Kendi deneyimlerini bile, en acımasız şekilde alaya almaya….
Ne zaman ve niye başlar bilinmez, herkesin farklı bir hikayesi vardır elbet, ama bir başladımıydı bu zehir, sinsice yayılır yaşamına, en güçlü koruma kalkanı haline gelir.
Kendini her geçen gün daha esprili, komik ve zeki bir insan olarak görmeye başlarsın. Öyle ya, çevrendeki insanlar senin esprilerine gülüyorlardır, seni çok pratik zekalı ve akıllı buluyorlardır, yaşamla dalga geçmen hoşlarına gidiyordur, girdiğin ortamların neşe kaynağısındır, senin gibi olmak istiyorlardır, falan filan… Ya da sen öyle sanırsın.
Bu artık bir varoluş aracıdır senin için. Kendini, hem kendinle ve çevrendekilerle hem de yaşamla dalga geçerek var edersin. Sanırsın ki yaşamı ne kadar hafife alırsan senin gücün ve ağırlığın o kadar artacak. Karşılaştığın olaylar ve durumlar senin için ne kadar değersizse senin değerin o kadar yükselecek.
Bir süre idare edebilirsin bu şekilde belki, yaşamın gerçeğinden gün be gün uzaklaşarak. Sanki bir maça çıkmış gibisindir her gün, sağdan soldan gelen ortaları isabetli şutlarla kaleye gönderme çabasıdır bu, birini bile ıskalamadan. Hiçbir gerçek söz, duygu, düşünce, dalga geçilmeden bırakılmamalıdır. Golü kimin yediğinin de artık pek bir önemi yoktur. Attığın her gol, – kendi kalene bile olsa –seni bir basamak daha yükseğe çıkarır ya, önemli olan odur.
Sorunlar, zorluklar, çelişkiler, kararsızlıklar, korkular, endişeler çok aşağıdadır artık ve tabii coşkular, tutkular, neşe, keyif ve sevgi de öyle.
Kısacası yaşama yukarıdan bakmaya başlarsın.
Sonra bir gün anlarsın. O yukardan baktığın yaşama artık ne kadar uzak olduğunu…
O attığın golleri yiyenlerin senden her gün biraz daha uzaklaştıklarını. Kendine attığın gollerin ruhunda açtığı yaraların acısını hissetmeye başlarsın. Yaşamla dalga geçerek aslında onu yok ettiğini, bununla birlikte kendi varlığını da yok ettiğini fark edersin.
Yakınındakiler uzaktır, seninle hiçbir şey paylaşmıyorlardır, hayatın renksiz ve tekdüzedir.
Çünkü inan ki sen hiçbir şeyi ciddiye almazsan ciddiye de alınmazsın…
Nedir bunun ilacı?…
Ciddiye almanın keyfini hatırlamak…
Çocukluğunda yaptığın kumdan kaleleri yaparken hissettiğin, o anda “dünyanın en önemli işini yapıyor olma” duygusunu yeniden yaşamak…
Uyurken, çalışırken, sevişirken, yemek yerken, sohbet ederken, eğlenirken, yürürken, ya da sadece dururken yaşadığın “o an”ı ciddiye almak…
Yaşadığın her anın hakkını vermek…
Duygularını ciddiye almak…. Zaaflarını ciddiye almak…..
Kendini olduğun gibi, olduğun halinle, olduğun kadarıyla ciddiye almak….
Ciddiye almanın ciddi olmak demek olmadığını anlamak…
Peki nasıl olacak bu?
Dinlemeyi öğrenmekle başlayabilirsin mesela. Bu dünyanın en zor işidir kimi zaman. İşe, yakınlarını dinlemekle başlarsın. Ama gerçekten dinleyerek. Ciddiye alarak, savunma mekanizmalarından arınarak, önyargılarını, kurallarını, kendi doğrularını bir kenara bırakarak. Çünkü, karşındakini gerçekten dinlediğin zaman anlarsın, anladığın zaman paylaşırsın, paylaştığın zaman zenginleşirsin. Bir gün, kendini dinlemeye de hazır hale gelirsin. İşte o zaman kendi kalene attığın gollerin açtığı yaraları onarmaya başlarsın, işte o zaman kendini ciddiye almanın hazzını yaşarsın.
Yaşamın, başarısı attığın gollerin sayısı ile ölçülen bir maç değil, sayısız alternatiflerle bezeli keyifli bir yolculuk olduğu keşfedersin.
Esprilerin doğaldır artık, onlara kendin de içtenlikle gülersin……