Uzun zamandır gitmek istediğimiz On İki Adalar’a doğru yola çıkmaya artık hazırız. Elimizi uzatsak dokunabileceğimiz kadar yakın ama vize almadan adımımızı atamayacağımız kadar uzak bu Yunan adalarını Bodrum’dan hareket edecek bir mavi tur teknesi ile dolaşacağız.

Bu turlara genellikle Avrupalı turistler katılıyor. Vize zorunluluğundan olsa gerek. On İki Adalar gezilerinde, son yıllarda oldukça popüler olan iki rota var. Rotaların birinde Kos’tan başlayarak güneye doğru diğerinde ise yine Kos’tan başlayarak kuzeye doğru yol alıyorsunuz. Her rotada bir hafta içinde beş ayrı adayı gezme şansınız var. Bizim yönümüz kuzey adalar…

Bodrum’un yeni yapılan gümrük binasında çıkış işlemleri tamamlandıktan sonra altı Hollandalı, bir Macar ve bir de Güney Afrikalıdan oluşan ekibimizle birlikte yola çıkıyoruz.

İlk durağımız olan Kos’a varmamız yaklaşık bir buçuk saat sürüyor. Kos (dilimizdeki adıyla İstanköy) yaklaşık 27.000 kişinin yaşadığı bir ada. On İki Adalar bölgesinin Rodos’tan sonra ikinci büyük adası. Girişte, pasaport kontrolü için tekneye gelen görevli, çok güzel Türkçe konuşuyor. “Ben zaten Türküm” diyor. Adanın yerlisi olduğunu ve Kos’ta onun gibi üç bin civarında Türk yaşadığını öğreniyoruz.

Kos’ta bizi, sahildeki görkemli kale karşılıyor ilk önce. Kalenin, Ege’nin sahil ve ada şehirlerinde görmeye alışkın olduğumuz bir mimarisi var. Oldukça iyi durumda, bugün de içi gezilebiliyor.

Kos’ta İtalyan etkisi hemen göze çarpıyor. 1912 yılından 1948 yılına kadar İtalyan yönetiminde kalan adada, o dönemde yapılmış ve hâlâ kullanılan pek çok bina var.

Roma dönemine ait antik şehrin kalıntıları, bugünkü Kos’un modern sokakları ile adeta iç içe. Sokakların arasında dolaşırken, bir anda karşınıza güç sütunları, bir Roma hamamı kalıntıları ya da xıı. yüzyıldan kalma bir kilise çıkıveriyor. Şehirde, Osmanlı döneminden kalan üç adet cami var. Günümüzde sadece biri kullanılıyor. Diğer ikisi ise kelimenin tam anlamıyla kaderine terk edilmiş durumda. XVIII. yüzyıldan kalan

Gazi Hasan Paşa Camii, sahip olduğu değişik mimari ile hemen dikkat çekiyor. Pencereleri kırık da olsa, avlusu hediyelik eşya dükkânları ile doldurulmuş da olsa, bize Osmanlı döneminin adadaki izleri ile ilgili bir ipucu veriyor. Bütün tarihi eserlerini özenle koruyan Koslular, bu camiye hak ettiği özeni göstermemişler. Aklıma, Şirince’de ya da Cunda’daki yıkılmaya terk edilmiş kiliseler geliyor. Dinin toplum üzerindeki belirleyici etkisini düşünüyorum. Her dinin temelinde iyilik ve hoşgörü yatarken, farklı dinlerin mensupları nasıl olup da birbirlerine bu denli hoşgörüsüz davranabiliyorlar acaba?

Kos, Hipokrat’ın şehri. Hipokrat’ın altında öğrencilerine ders anlattığı ulu çınar ağacı hâlâ dimdik ayakta. Kim bilir, öğretileri de belki hâlâ ağacın dallarında asılı duruyor, yaşamın sonsuzluğu ve enerjinin hiçbir zaman yok olmadığına dair çağrışımlar yaratırcasına. Kos’un yüksek bir tepesinde, Hipokrat’ın ölümünden sonra, onun öğretilerini yaşatmak için kurulmuş bir eğitim ve kültür tesisinin kalıntıları var. Bu antik kalıntılara, limandan kalkan mavi trenle ulaşılıyor. Günlerden pazartesi olduğu için, bu antik yapıyı gezemiyoruz.

Kos’un şirin meydanında, yerel ürünlerin satıldığı bir kapalı pazar yeri var. İçeride gördüklerimizin hiçbiri bize yabancı gelmiyor. Zeytinyağları, sabunlar, çeşitli baharatlar, taze meyve ve sebzeler… Hepsi bizden, hepsi tanıdık. “Greek Delight” adı altında satılan küçük lokum kutuları bile.

Kos’un gecesi eğlenceli. Bodrum’un yirmi, yirmi beş yıl önceki haline benzediği söyleniyor. Seksenlerin müziklerini çalan barlar, kendileri de seksenlerden kalmış gibi. İnsana kendini iyi hissettiren bir rahatlık ve doğallık var burada. Sıcak, samimi… Gecenin sonunda Türk kahvelerimizi yudumladığımız sırada çiçek satan küçük bir kız yaklaşıyor yanımıza. (Pardon, Yunan kahvelerimizi demeliydim. Burada Türk kahvesinin adı “Greek Coffee.” Türk kahvesi istediğiniz zaman size saldırgan gözlerle bakıp, burası Yunanistan ve o istediğiniz de Yunan kahvesi diyorlar.) Çiçekçi kız Türkçe konuşuyor, İskeçeli bir Roman olduğunu öğreniyoruz. Her yıl ailesiyle Kos’a çalışmaya geliyorlarmış.

Ertesi günün durağı Leros. Kos’un turistik ortamından sonra Leros oldukça mütevazı ve kendi halinde görünüyor gözümüze. Şirin, küçük bir sahil kasabasını andırıyor. Adanın bu bölümünde, teknemizin yanaşabileceği bir küçük liman bile yok. Kayıkla çıkıyoruz karaya. Adada kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra, kıyıdaki şirin lokantada Leros’un yerel peynirlerinden tadıyoruz. Leros’un en yüksek noktasında bulunan kaleye, üç yüz basamak tırmanarak çıkmayı gözümüz kesmiyor.

Kiliseler Yunan adalarının en önemli yapıları. Kendine has tipik bir mimari ile inşa edilen bu kiliselerden Leros’ta da bol miktarda bulunuyor. Ama nedense, bütün kiliselerin kapıları kilitli, içeri giremiyoruz. Yolumuzun üzerinde sık sık tek kişilik şapellerle de karşılaşıyoruz. Acil ibadet ihtiyacı için, otobüs durakları gibi ibadet durakları var sanki…

Leros, belleğimde kalıcı bir tortu bırakmıyor. Dost olamıyoruz bir türlü, bir gün bir yerde tesadüfen karşılaştığım ve bir daha görmeyeceğim soğuk ve mesafeli bir tanıdık olarak kalıyor aklımda.

Ertesi sabah yaptığımız bir buçuk saatlik yolculuk sonunda Lipsi’ye varıyoruz. Lipsi’de bizi ilk karşılayan şey durmaksızın ve sürekli yön değiştirerek esen rüzgâr oluyor. Burası sadece 650 kişinin yaşadığı bir ada. İstisnasız, bütün evler beyaza boyanmış, kapı ve çerçeveler ise mavi. Kiliseler de, mavi ve beyazın müthiş uyumuyla renklendirilmiş.

Gözümüze ilk çarpan, kiliselerin çokluğu oluyor. Sanki her köşe başında bir kilise var. Konuştuğumuz adalılardan, bu adadaki tüm köklü ailelerin kendi adlarına yapılmış kiliseleri olduğunu öğreniyoruz, toplam yetmiş altı adet kilise varmış. Bu da yetmezmiş gibi, insanlar evlerinin bahçelerini bile minyatür kiliseciklerle süslemişler.

Lipsi’nin dar ve yokuşlu sokaklarında dolaşırken, açık kapı ve pencerelerden görünen sahnelere takılıyor gözümüz. O kadar tanıdık ki… Sehpaların üzerindeki dantel örtüler, büfenin üzerinde çerçevelenmiş aile fotoğrafları, koltuk kılıfları, tül perdeler, bir evin avlusunda pirinç ayıklayan yaşlı teyze, ocakta kaynayan bir çaydanlık, bitmiş yağ tenekelerine dikilmiş çiçekler… Her şey o kadar aynı ve o kadar biz ki… Birbirimizin dilini konuşamasak da birbirimizi anlıyoruz.

Lipsi’de havaalanı yok. Adalar arası çalışan feribot, haftada birkaç gün uğruyor. Feribot dediysem, sadece iki üç araba alabilen küçük bir tekne bu. Lipsi’ye arabayla gelmek pek kolay olmasa gerek, zaten gerek de yok.

Adanın merkezinde denize girecek yer yok. Bütün kıyı balıkçı tekneleriyle dolu. Hepsi tertemiz, hepsi pırıl pırıl, bakımlı. Denize girmek isterseniz, adanın diğer tarafındaki plaja gitmeniz gerekiyor. Burada sizi güzel bir kumsal, pırıl pırıl bir deniz, rengârenk sandalyeleriyle cıvıl cıvıl bir kahvehane karşılıyor. (Burada Türk kahvesi içmek mümkün…)

Gecenin sürprizi ise, kıyıdaki tavernada tavernanın sahibi Nicos ile yaptığımız sirtaki. Nikos, Ayvalık’tan göçmüş Yunanistan’a. Türkleri çok seviyormuş. Türk olduğumuzu öğrenince, defalarca sarılıp öpüyor bizi. Müzik başlıyor, dans başlıyor… Uzo da rakı gibi, şişede durduğu gibi durmuyor. Bardaklar kırılıyor, sandalyeler devriliyor ama olsun herkes mutlu, herkes tüm içtenliğiyle eğleniyor.

Lipsi’den ayrılırken, bu adanın, ayrı bir zamanda, ayrı bir boyutta, ayrı bir gerçeklikte yaşayan ayrı bir dünya olduğunu düşünüyorum. Dünyanın geri kalanı ile tek bağlantısı haftada bir uğrayan bir feribottan ibaret, kendi halinde bir küçük dünyacık.

Ertesi sabah gözlerimi, kamaranın açık penceresinden gelen dalga sesi ve iyot kokusu ile açıyorum. Patmos’a olan yolculuğumuz sabahın erken saatlerinde başlamış. Deniz coşkulu bu sabah, neşeyle dalgalanıyor. Teknemiz bir o yana bir bu yana savrulurken, denizin dinamizmi ve coşkusu bize de bulaşıyor, erkenden kalkıyoruz.

Patmos’a yaklaştığımızda, yolumuza önce, küçük küçük adacıklar ve kaya parçaları çıkıyor. Onların arasından ağır ağır geçerken, Patmos’un ünlü manastırı görünüyor ufukta, adanın en yüksek noktasında. 1080 yılında inşa edildiği söylenen bu manastır, adanın her yerinden görülebiliyormuş.

Limana yanaştığımızda, manastıra gitmek için bir araba kiralıyoruz önce. Tepeye, Khora köyüne doğru tırmanırken, yolun üzerinde, St. John’un, ölmeden önce bir dönem yaşadığı ve ünlü “Revolution”u yazdığı söylenen mağarayı ziyaret ediyoruz. Mağaranın içi, epey restorasyon görmüşe benziyor. St. John zamanında, bu oymalı ahşap sandalyelerin, işlemeli şamdanların, duvarlardaki aziz resimlerinin hiçbiri burada değildi herhalde. St. John iki bin yıl öncesinden çıkıp evini ziyarete gelse çok şaşırırdı diye düşünüyorum.

Tepeyi tırmandığımızda, manastırın çevresinde kurulu olan Khora köyüne ulaşıyoruz. Ortaçağ şehirlerinde görmeye alışık olduğumuz dar sokaklar, yokuşlar üzerinde adeta üst üste dizilmiş gibi duran küçük taş evler karşılıyor bizi. Manastırın küçük avlusu şirin ve sıcak, kilisenin içi ise sayısız ikona, altın varaklı süslemeler, şamdanlar, ahşap oymalarla adeta gözü yoracak kadar süslü. Girişte asılı olan tabelada, kutsal bir mekânda olduğumuz için kılığımıza dikkat etmemiz öğütleniyor. Dikkat etmezsek başımıza neler gelebileceğini birkaç dakika sonra öğreniyoruz. Kiliseden çıkan Yunanlı bir kadın, bir anda, ekibimizdeki Güney Afrikalı arkadaşımıza, kendi dilinde bağırmaya başlıyor. Üzerindeki giysinin buraya uygun olmadığını düşündüğü için olsa gerek… Bu hakkı nasıl kendinde bulabildiğini anlamakta zorlanıyorum. Başkalarının hak ve özgürlüklerine saygılı olduğumuz sürece, din ve vicdan özgürlüğümüzü koruyabildiğimiz günler de gelecek mi bir gün?

Manastır müzesinin girişinde, bu müzenin, Hıristiyanlık tarihi konusunda, Ege’nin en zengin koleksiyonuna sahip olduğu iddia ediliyor. Ortaçağ Ortodoks kültürüne meraklı iseniz ilginizi çekebilir. Bu tepede, ada adeta ayaklarınızın altında serilmiş gibi, volkanik patlamalar sonucunda oluşmuş küçük adacıklar masmavi denizin üzerinde, tüm doğallıkları ile gelişigüzel yayılmışlar. Etkileyici…

Tekrar sahile indiğimizde, rotamızı çok sevimli bir plaj olan Greko’ya çeviriyoruz. Göl misali durgun ve sıcacık bir denizde yüzmek, hiç beklemediğiniz bir anda karşınıza çıkıveren hoş bir sürpriz gibi. Mutluluk veriyor, rahatlatıyor, yaşadığınızı duyumsatıyor.

Arabayla yaptığımız kısa ada turunda, Patmos’da pek çok plaj olduğunu görüyoruz, ama hiçbiri bana Greko kadar cazip gelmiyor. Patmos’un hediyelik eşya dükkânları ile dolu merkezinde, kısa bir yürüyüşten sonra adadan ayrılıyoruz.

Ertesi sabah, çok erken saatlerde yola koyularak Kalimnos’a varıyoruz. Adanın yerleşim olmayan batı sahillerini sağımıza alarak kahvaltı edeceğimiz küçük adaya ulaşıyoruz. Adanın tepesindeki mağaralar, öylesine davetkâr görünüyor ki çağrılarına karşı koyamıyoruz. Yaklaşık bir saat süren zorlu bir tırmanışla mağaralara ulaştığımızda nefes kesen bir manzara ile karşılaşıyoruz. Doğanın ihtişamına bir kez daha hayran olmak için çok güzel bir örnek…

Kalimos limanına akşamüzeri yanaşıyoruz. Burada bizi pek de hoş olmayan bir sürpriz bekliyor. Liman yetkilileri, teknemizi limana almıyorlar, pek çok boş yer olduğu halde… Tekneyi açıkta demirleyip, kıyıya kayıkla ve sadece sınırlı bir süreliğine çıkmak zorunda kalıyoruz. Kalimnos, çorak bir ada. Evlerin çevresinde, sonradan dikildikleri her hallerinden belli olan ağaçlar dışında, tek bir ağaç yok. Teknemizi limana almadıkları için mi yoksa kaptanımızın “Bunlar zaten Türkleri hiç sevmiyorlar” dolduruşuna geldiğimiz için mi bilmem, ada bize renksiz ve sevimsiz geliyor.

Yüzyıllar boyunca kendi içine kapanık olarak yaşamış ve sadece süngercilikle uğraşmış olan ada insanları yabancıları pek sevmiyor gibiler. Süngercilik bu adanın en önemli geçim kaynağı. Sahilde gördüğümüz birkaç turistik dükkânda, çeşitli şekil ve boyutlardaki yerli süngerler satışa sunuluyor. Süngerin boyutu büyüdükçe fiyatı da artıyor. Denizden çıkarıldığında koyu kahverengi ve halka şeklinde olan süngerler, hidroklorik asit ve potasyum permanganat banyolarından geçirilerek temizleniyor ve sarı renk alıyor. Tabii bu sırada dayanıklılığı da azalıyormuş.

Sahil yolunun hemen arkasındaki sokaklarda, eski taş evler görüyoruz. Bir kısmı kaderine terk edilmiş, bir kısmında ise hala yaşanıyor. Yeni evler de, eski mimariye uygun şekilde yapılmış, genel dokuyu kesinlikle bozmuyor.

Kiliseler, diğer adalarda olduğu gibi Kalimnos’da da çok önemli. Meydandaki büyük kilisede yapılan bir anma törenine şahit oluyoruz. Herkes o kadar özenli ve dikkatli ki. Dinin, ada insanlarının günlük hayatında ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu bir kez daha görüyoruz. Tekneye dönmek zorunda olduğumuz için Kalimnos gezimiz kısa sürüyor, biz de tatlı bir tortu bırakacak ilginç detaylar göremiyoruz, onlarca güzel taş ev dışında.

Ertesi sabah, Bodrum Turgut Reis limanından Türkiye’ye giriş yaparken sevinçliyiz. Turgut Reis, daha bir güzel görünüyor sanki gözümüze, hava daha yumuşak, deniz daha temiz ve daha sıcak sanki. Teknemizin çevresinde, bize eşlik eden balıklar bile daha bir sevimli. Ya da bize öyle geliyor. Bu bir haftalık Kuzey On İki Adalar gezisinde edindiğimiz izlenimleri güzel anılar olarak hatırlayacak olsak da döndüğümüz için mutluyuz.

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/yolumuz-on-iki-adalara-dustu/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/yolumuz-on-iki-adalara-dustu/" data-text="Yolumuz On İki Adalar&#8217;a Düştü&#8230;" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/yolumuz-on-iki-adalara-dustu/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>Ankara’da geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarının ardından, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Okulu bitirdiğinde daha ne iş yapacağını bilmiyordu ama nerede yaşayacağına karar vermişti.</p> <p>Bu hedefe kilitlenerek, İstanbul’da, Yapı ve Kredi Bankası’nda çalışma hayatına atıldı. Tesadüfen girdiği kalite yönetim sistemleri alanında yıllar içinde uzmanlaştı. Bir dönem, kendi işini kurma hayalini gerçeğe dönüştürerek, kendi şirketinde, eğitim ve stratejik iletişim konularında kurumlara danışmanlık verdi. Şirket sahibi olmanın ona göre olmadığına karar verdiği noktada ise, yeniden profesyonel hayata döndü; otomotiv sektöründe, kalite ve proje yönetimi konularında uzun yıllar yöneticilik yaptı.</p> <p>Tam bir işkolik olma yolunda emin adımlarla ilerlerken yolu “Kuraldışı” ile kesişti. Yaşam Okulu’na devam ettiği dönemde, mutluluğun sırrının, başarılı olmaktan çok, yaşama anlam katmakta olduğunu keşfetti.</p> <p>Bugün, profesyonel yaşamını, kalite yönetim sistemleri konusunda serbest danışman, eğitmen ve tetkikçi olarak sürdürüyor. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nde eğitim ve gençlik birimlerinde eğitmen ve yönder olarak çalışıyor.</p> <p>Seyahat etme tutkusunu, içinden yükselen yazı yazma arzusu ile birleştirdiğinden beri, gittiği şehirlerin ruhuyla olan paylaşımlarını anlattığı gezi yazıları yazıyor. Kendini, denemeleri aracılığı ile ifade etmeye çalışıyor. Katıldığı Yaratıcı Yazarlık Atölyesi’nde edebiyat alanında kendini geliştiriyor ve kendi romanını yazacağı güne doğru heyecanla yol alıyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This