Denizli’nin gölgesinde kaldığı için gelişip büyüyememiş bir kasaba Buldan. Sahip olduğu zanaat geleneği ve farklı toplumların çağlar boyu bir arada yaşamasının getirdiği kültürel zenginlik, içine kapanıklığın ve eğitimsizliğin labirentleri içinde yitip gitmiş gibi.
Kasabanın içine girdiğinizde, yalnız bırakılmışlığın yarattığı yoksunluk duygusu hemen çarpıyor yüzünüze. Ülkenin dört bir yanından ama ille de İstanbul’dan gelen alışveriş turistlerinin uğrak yeri burası. Kendi şehirlerinde belki birkaç katı fazla fiyata satın alabilecekleri örtüleri, eşarpları, çarşafları, nevresimleri çok uygun fiyatlarla almak tarifi imkânsız bir tatmin duygusu yaratıyor alışveriş tutkunlarında. Üstelik Buldan bezi, dünyaca ünlü olmaya aday çok kaliteli bir dokuma. Ne yazık ki, ülkemizin geneline hâkim olan alçakgönüllülük ve kendi gücünün farkında olmama özellikleri yüzünden sadece ulusal düzeyde bir tanınırlığa erişebilmiş durumda.
Bu şehirde, dokumacılık geleneğinin birkaç bin yıl öncesine dayandığı söyleniyor. Yapılan kazılarda, 1500 yıl öncesine ait dokuma tezgâhı parçaları bulunmuş. Sohbet ettiğimiz dokuma ustası, o zamandan bu zamana, tezgâhların çalışma sisteminde pek bir değişiklik olmadığını söylüyor. Her şeyin olduğu gibi bu tezgâhların da otomatik olanları çıkmış tabii ama çoğu geleneksel dokumacı, elle kullanılan eski tip tezgâhlarını daha çok seviyorlar. Pamuk ipliğinden yapılan çözgüler, bin bir emekle tezgâh üzerinde gerilerek bağlanıyor. Mekikler üzerine ise, atkılar için kullanılacak çeşitli renklerdeki keten ipliği sarılıyor. Bundan sonrası ise dokuma ustasının yaratıcılığına ve ustalığına kalıyor. Tezgâhın özelliklerine göre, sayıları ikiden on ikiye kadar değişen ayakları ve çeşitli renklerdeki mekikleri hünerle kullanarak harikalar yaratıyorlar.
İlk bakışta çok kolaymış gibi görünen bu işin aslında ne kadar zor olduğunu ancak denediğimiz zaman anlıyoruz. Mekik bir anda fırlayıveriyor yerinden. “Mekik atma” denen bu durumun, zaman zaman en iyi dokuma ustasının da başına geldiğini duyduğumuzda bir nebze rahatlıyoruz.
Buldan, bin yıllardır pek çok farklı uygarlığa ev sahipliği yapmış. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde de Türk, Rum, Ermeni ve Yahudilerin beraber yaşadığı bir şehir olma özelliğini korumuş. Bir Rum dükkânı ile bir Türk dükkânını yan yana görmek mümkün, aynı Rum mimarisi ile Orta Anadolu Türk mimarisini de yan yana görmenin mümkün olduğu gibi. Kasaba bakımsız, son dönemde pek çok Anadolu kasabasında turizmin canlanmasını sağlayan restorasyon çalışmalarından henüz pek nasibini almamış.
Sadece, eski bir konak restore edilerek, küçük bir etnografya müzesi haline getirilmiş, alt katında ise Buldan dokumaları satılıyor. Bahçesindeki gölgelikte köpüklü bir Türk kahvesi içmek de ayrı bir keyif olsa gerek.
Biz kahve tercihimizi, kasaba meydanındaki kahveden yana kullanıyoruz. Sade kahvelerimiz çabucak geliyor. Güzel çiçekli kahve fincanların altında, plastik çay tabakları var. Kahveciye neden fincanların kendi tabaklarını kullanmadıklarını sorduğumuzda, aldığımız yanıt oldukça ilginç: “Esnaf böyle istiyor, daha rahat oluyormuş” diyor, “bu yüzden biz de fincan tabaklarını kenara ayırıyoruz ve bir daha hiç kullanmıyoruz.” Sanırım, toplum olarak, estetik ve sanat zevkimizin gelişmesi için çok ciddi bir paradigma değişimine ihtiyacımız var. Öncelikle farkın küçük detaylarda yattığını anlamamız gerekiyor.
Meydanda, geleneksel Buldan yemeklerini de tatma şansı bulduğumuz güzel bir öğle yemeği yiyoruz. Bu yemekten aklımda kalan en güzel şey çağla salatası oluyor. Çekirdekleri ile birlikte çok küçük parçalara ayrılan çağlaların, biraz peynir, dereotu ve cevizle karıştırılması ile elde edilen bu salata gerçekten çok lezzetli. Tabii otlu pidenin de hakkını yememek lazım. Hele hele yerel Zafer gazozunun çocukluğumuzda kalan gazoz tadını bize hatırlatması da bu güzel yemeğin en hoş anlarından biri olarak anılarımızda yerini alıyor.
Buldan’ın Çarşı Camii ilginç. Yeşile boyalı demir kapı ve sonradan yapıldığı her halinden belli olan minare her ne kadar içindeki estetikle ilgili hiç ipucu vermiyor olsa da, yardımsever bir Buldanlı sayesinde, caminin içine girme şansını yakalıyoruz. 1700’lerden kalan mermer bir kapıdan, Ege mimarisinin güzel bir örneği olan iç mekâna geçiyoruz. Caminin geçirmiş olduğu restorasyon, her ne kadar diğer bazı bilinçsiz onarımlara göre daha iyiyse de, bir mekânı güzelleştirmek amacıyla yapılan bir işlemin nasıl bazı güzelliklerin de üzerini örtebildiğini gösteren çarpıcı bir örnek.
Buldan şirin ve güzel bir kasaba. Benim hayal gücümle canlandırdığım Buldan ise, asıllarına bağlı kalınarak restore edilen evleri, dokuma sanatının en güzel örneklerinin sergilendiği etnografya müzeleri, dokuma konusunda uygulamalı eğitim veren atölyeleri, geleneksel şekilde döşenmiş küçük butik otelleri, sunum, yemek ve hizmet kalitesinin en üst düzeyde olduğu restoranları ve dost canlısı, eğitimli insanları ile hem yerli hem de yabancı turistlerin “gidilecek yerler” listesinde ön sıralarda yer alacağı eşsiz bir kent. Bir gün böyle olmaması için hiçbir eksiği yok, sadece biraz kendine güven biraz da seçkin bir estetik anlayışı gerekiyor. Neden olmasın ki?