Bir süredir hikâyeler kurcalıyor kafamı. Sağım solum önüm arkam hikâyeler. Okuyorum, izliyorum, dinliyorum hikayeleri. Heyecanlandıran, “Eeee, sonra ne olmuş anlatsana kızım” dedirten hikâyeler, her anlatıldığında kahkahalarla güldüren ve her dinlendiğinde yine gülünecek hikâyeler, kısacık olsa da çok şey anlatan hikâyeler, bazen de kelime israfı hikâyeler, abartılı hikâyeler, herkesi eğlendiren ama bizim içimizde kimsenin bilmediği bir yaraya dokunup bizi sessizce ağlatan hikâyeler.
Bazılarını çok seviyoruz. Okumaya, izlemeye doyamıyoruz. Bazılarını neden o kadar sevdiğimizi anlayamıyoruz. Süper bir hikâyeyi süper yapan ne? Herkese göre kendi hayatı baştan sona hikâye ama gerçekten hangi noktada başlıyor hikâye?
Geçen sene bir gün, bir taraftan Prag sokaklarında dolaşıp bir taraftan da akşam ne yapacağımıza karar vermeye çalışırken elimize tutuşturulan broşürlere bakıp bir müddet “Gitar dinletisi mi? Kilisedeki konser mi? Gitar dinletisi mi? Kilisedeki konser mi?” dedikten sonra kilisedeki konsere gitmeye karar vermemiz, tüm seyirciler içeri girdikten sonra beyaz saçlı ve siyah cübbeli bir adamın o koca kapıyı içerden tangır tungur kilitlemesiyle hafiften tırsmamız, konserin beklediğimizden iyi olması…Bunları uzun uzun anlatabilirim ama bu Prag seyahatimizden hoş bir anı olur sadece. Hatta o gece çalınan parçalar arasında en sevdiğimin içinde “Hallelujah” dışında söz bulunmayan o en son parça olduğunu bile ekleyebilirim, seyahat anısına eklenmiş bir detay olarak.
Ama orkestranın solisti teyzenin o rengârenk işli tavanları inleten “Hallelujah” nidalarını bitirip, kısa bir selam faslının ardından içeri gitmesinin üzerinden 2 dakika bile geçmemişken, orkestra elemanları sırayla seyirciyi selamlıyor ve tavanlar bu kez de alkış sesleriyle inliyorken, solist teyzenin tekrar görünmesiyle hikâye başlıyor. Hayır, selam faslına katılmak ve belki jest olarak son bir parça söylemek için sahneye geri gelmiyor. Sahne kıyafeti olarak giydiği siyah cübbemsi hırkayı çıkarmış, kabanını giymiş, rujunu tazelemiş, çantasını da koluna takmış bir şekilde sahneye de bize de bakmadan önümüzden geçip kapıya yöneliyor. Ne sahnenin önünden yürürken ne de görevlinin o koca kapıyı açmasını beklerken halinde bir telaş, bir mahcubiyet yok. Biz şaşırmış bir halde birbirimize bakarken bu konser artık hoş bir seyahat hatırası olmaktan çıkıyor, daha konser bitmeden, orkestra sahneden inmeden muhtemelen evin yolunu yarılamış olan solist kadının hikâyesine dönüşüyor.
Tabii bu hikâyede ben yalnızca anlatıcıyım. Benim kahramanım her akşam her akşam bu selamlama faslından bıkmış, kendini dışarı atmak için birkaç dakika sabredemeyen komik bir kadın. Eğlenceli bir hikâye benimki, ne başını ne de sonunu benim belirlediğim.
Bazı durumlarda ise kahraman biz oluyoruz ve kontrolümüz dışındaki olaylar sonucunda sürüklenmiş olsak da hikayenin içine, sonunu farkında olarak ya da olmayarak biz yazıyoruz.
Yıllar önce, uzun bir bayram tatili öncesi, Cuma akşamı. Bandırmaya gitmek için otobüs biletimi haftalar öncesinden almışım, planımı da kafamda yapmışım. Saat altıda işten çıkış, yedi buçuk gibi eve varış, hızlıca üzerimi değiştirip valizimi kaptığım gibi (sekize çeyrek kala) taksiye atlayıp doğru Ataşehir’de otobüse bineceğim yere. Otobüs saat altıda karşıdaki otogardan hareket edip güya yedide beni alacak. Cuma akşamı iş çıkış saati olduğu için bir saat gecikme ekle, sekiz. Bayram öncesi olduğu için en az bir yarım saat daha gecikme ekle, oldu sekiz buçuk. Benim evden oraya varmam trafiksiz on beş dakika. Cuma ve bayramı ekleyince hadi olsun kırk beş dakika. Otobüsle kafa kafaya varıyoruz Ataşehir’e. Sorun yok. Planım tutuyor, otobüse binip bir oh diyorum. Yola çıkıyoruz.
“Eeeee….Tamam da bize niye anlattın bunu? Sıkıcı hayatının, bir o kadar sıkıcı iki saatlik kısmı. Hangimizin başına gelmiyor ki? Biz de burada oturmuş okuyoruz, hay Allahım yaaaa.”
Haklısınız, plan tuttuğu sürece anlatacak bir şey yok. Ne zaman ki planlar bozuluyor… Uçak kaçıyor… Lastik patlıyor… Valizler karışıyor… Beklenmeyen bir telefon geliyor… İşte o an kahramanın kalp atışlarını hızlanmasıyla birlikte renkler parlaklaşmaya, fonda bir müzik çalmaya ve bir dış ses duyulmaya başlıyor; hayat hikâyeye dönüşüyor.
Cuma akşamına, saat sekiz buçuğa dönersek… Gerçekte saat sekiz buçukta otobüsle aynı anda hareket merkezine varmıyoruz. O saatte ve takip eden yarım saat boyunca ben taksinin içinde trafikte sıkışmış bir halde on dakikada bir otobüs şirketini arayıp son durumu soruyorum. İsmimi bilmeseler de beni 36 numaralı Bandırma yolcusu olarak tanıyorlar. “Otobüs geldi, yolcularını alıyor” cevabını almamdan beş dakika sonra, bu kez onlar beni arayıp otobüsün hareket ettiğini söylüyorlar. Dı nı nı nııııım. İşte başladık. Fonda gerilim yaratacak bir müzik, arka koltuktaki kahramanımızın yüzüne bir yakın plan ve ardından dış ses duyulur: “Şimdiye kadar pek çok otobüsü son anda yakalamış olsa da hiç birini kaçırmamış Çağdaş için bu bir ilk mi olacak?”
Taksici dikiz aynasından bakışlarıyla bana ne yapacağını soruyor. “Beni eve bırak kardeşim” diyebilirim. O zaman tüm bunlar bayram zamanı otobüsü kaçırışımın hikâyesi olur. Sonunda eve dönüp bir taraftan kendime kızıp bir taraftan valizimi boşaltırım. Ertesi gün cumartesi, sonra pazar, sonrası da arife günü olduğundan kesinlikle başka bilet bulamam, İstanbul’da kalırım. Belki de valizimi boşaltmam, bayram dönüşü trafiği denen saatlerce sürecek o eziyeti göze alıp ertesi gün arabayla yola çıkarım. Bu iki son da hoşuma gitmiyor. Taksiciye “Ne yapıp edip otobüsü feribota binmeden yakalayacağız” diyorum. “Artık ara yoldan mı gidersin, yan yoldan mı, bütün marifetini göster.”
Yeni olasılıklar, yeni yollar, muhtemel sonlara göre şekillenen yeni hikâyeler. Taksiyle bir otobüsün peşinde saatlerce gidip, sonunda sinirden ağlayarak (belki de gülerek) eve dönüşümün hikayesi. Ya da mutlu sonla biten bir kovalamaca hikâyesi. Belki de ertesi gün gazetelerin üçüncü sayfasında yer alacak bir sürat felaket getirdi hikâyesi.
Neyse ki Eskihisar gişelerinde kenara çeken otobüse binmemle birlikte bütün bu kovalamaca benim için bayram öncesi Ataşehir’den binemediğim otobüsü 30 km ilerde TEM çıkışında yakalayışımın hikâyesi oluyor ve ailemle paylaşmam için üzerinden birkaç bayram geçmesi gerekiyor.
Başını ve sonunu artık biliyor olsak da hikâyeyi anlatmaya değer kılan aradaki eğlenceli ayrıntılar: Son konuşmamızın üzerinden yarım saat geçtikten ve yan şeritte ilerlemekte olan otobüsün önündeki Bandırma yazısını gördükten sonra bir oh deyip tekrar otobüs şirketini arayıp bütün sakinliğimle “Merhaba ben 36 numaralı Bandırma yolcusu, şoför beyin cep telefonunu alabilir miyim lütfen” dememin ardından telefonun ucundaki 10 saniyelik sessizlik. Ve sonrasında “Hayır otobüsün içinde değilim, peşindeyim. İşaret ettik ama kaptan durumu anlamadığından sağa çekmiyor, telefonunu verirseniz….” diye devam eden konuşmamız.
Otobüs şoförü ve taksici de kendi hikâyelerini yazdılar mı ya da nasıl yazdılar onu hiç bilemeyeceğim. Otobüs şoförünün versiyonu daha komedi tadında olmalı. Taksicininkinde ise macera ya da kahramanlık öğeleri daha fazla. Ne de olsa genel hatlarıyla bu bir zor durumdaki prenses ve onu kurtaran prens hikâyesi. Kötü kalpli büyücünün yoluna çıkardığı engeller sonucu sevgili ablasının komşu krallıktaki düğününe geç kalan zavallı prenses tam ümitsizliğe kapılmıştır ki prens beyaz atının üzerinde çıkagelir ve prensesi arkasına aldığı gibi atını dört nala sürer . Kahraman prens düğün başlamak üzereyken prensesi saraya yetiştirmiştir.
Bu sebeple, otobüsten yalnızca beş dakika ve muhtemelen bir kaç kilometre gerideyken “Şuradan yan yola girelim, biraz ilerden önüne çıkarız” deyip girdiği o yoldan 5 dakika sonra geri geri çıktığı ve böylece otobüsle aramızdaki mesafeyi iki katına çıkardığı kısmı atlamış olabilir mesela duraktaki arkadaşlarına anlatırken. Ya da “Ben Ataşehir’e doğru sürüyorum, meğer otobüs kalkalı 15 dakika olmuş ” diye başlamış olabilir bir parça daha heyecan katmak için. Belki de “Bir kere de normali bulmaz ki beni, cuma akşamı otobanda otobüs kovaladık” deyip geçmiştir ama bu ihtimal zayıf. Hikâyeci bir tip vardı bence o adamda.
Otobüs şoförünün hikâyesini tahmin etmek daha zor tabii ama giriş kısmı bence şöyle olmuştur: “Cuma akşamı İstanbul-Bandırma götürüyorum, bayram üstü nasıl bir trafik var; 3 saatte çıktım İstanbul’dan. Neyse tam TEM’den basmış gidiyorum, Gebze Organizenin orada telefon çaldı. Tanımadığım bir numara. Açtım, “Alo, ben 36 numaralı Bandırma yolcusu. Arkanızdaki taksideyim, dikiz aynasından bakarsanız…”