Sevmek, şu beş şeyin karşılıklı olarak alınıp verilmesidir: dikkate alınma, kabul görme, takdir edilme, şefkat görme ve olduğumuz gibi olmamıza izin verilmesi. Sevilmek istediğimizi söyler ve buna inanırız da ama biri tarafından sevilmek cesaret ve yetenek ister. Almaya açık olmayı gerektirir ama her şeyi kontrolümüz altında tutma çabası içindeysek, korkutucu da olabilir. Karşımızdaki kişinin böyle bir niyeti olmasa bile bize bir şey verilmesinin karşılığında bizim de bir şey vermemizin talep edildiği duygusuna kapılabiliriz. Bağlanmak zorunda kalmaktan ve böylece özgürlüğümüzü yitirmekten veya gücümüzün dizginlerini elimizden kaçırmaktan korkabiliriz.
Kalp, üstte iki kulakçık ve altta iki karıncık içerir. Fiziksel anlamdaki kalp, duygusal hayatımız için bir mecazdır. Kalbimizin derinliklerinde yakınlık ve sevgi arayan karıncıklar (açıklıklar) taşırız. Ancak bunların üzerinde korku ve savunmanın oturduğu kulakçıklar (odacıklar, mahzenler) bulunmaktadır. Hepimizde her ikisi de vardır ancak kendimize güvenimiz ve özsaygımız arttıkça bu savunmaları yakın ilişkiler kurmayı başarmamıza ve hayal kırıklıklarıyla başa çıkmamıza yardımcı olacak şekilde idare etmeyi öğrenebiliriz.
Birinden duygusal ya da maddi anlamda beklediğimiz şeyi alamadığımız için hayal kırıklığına uğradığımız veya mahrum bırakılmış hissettiğimiz zamanlarda, hak ettiğimiz şeyi almaya dair aktarım yaptığımızın izlerini görebiliriz.
“Hepsine sahip olmam gerek” ifadesi sanki özgüveni yüksek birinin sözleriymiş gibi gelebilir ama aslında muhtaç olmanın ve kendinden kuşku duymanın göstergesi olabilir. Bu, aktarımlar aracılığıyla eşler/sevgililer veya arkadaşlardan makul olmayan şeyler beklemek şeklinde sürer gider. Beklentilerimizi karşılamakta yetersiz kalırlarsa ısrarcı davranmaya, kızgınlık göstermeye ve hatta misilleme yapmaya hakkımız olduğunu düşünebiliriz. Yakın ilişkilerin, kin ve garez güdülen değil aksaklıkların onarıldığı ortamlarda geliştiğini unutabiliriz.
Bir diğer seçenek de şudur: Hayatımızı yöneten ilke “İhtiyaç duyduğum şeylerin ancak bir kısmına sahip olacak kadar değerim var” veya “Ben her zaman başkalarından daha azını hak ediyorum”dur. Bu durum, çocukluğumuzda duygusal olarak ihtiyaç duyduğumuz şeylerin bize verilmemiş olmasının veya biz görmezden gelinirken kardeşlerimizin bunlara sahip olduğunu fark etmemizin sonucunda ortaya çıkabilir. Ayrıca bize ihtiyaç duyduğumuzdan azını istememiz öğretilmiş olabilir; bu nedenle, şimdi ne istediğimizi ya da neye ihtiyaç duyduğumuzu anlamakta zorlanabiliriz. Çağlar boyunca manevi önderlerin bizi sahip olduğumuzdan daha fazlasını istememeye ve sahip olduklarımıza bağlanmamaya ikna etmeye çalıştığı düşünülürse, durum ironiktir.
Son olarak alma ve verme, para meselesini gündeme getirir. Para vermekten ya da harcamaktan korkabiliriz. Armağan ya da borç olarak para almak bizi rahatsız edebilir. Takıntılı veya önüne geçemediğimiz bir şekilde paramızı boşa harcayabiliriz. Hayatımız boyunca harcayabileceğimizden daha fazla para biriktirmiş olabiliriz. Parayla olan ilişkimizi kendimiz kavrayamayabiliriz: “Çok az param var; neden bu kadar harcamak ve borç almak zorundayım ki?” Parayı kullanışımız genellikle çocukluğumuzda ana babamızdan birinin veya ikisinin parayı nasıl kullandıklarını yansıtır. Aktarım mevzuları kesinlikle cüzdana kadar girer. Bize olan sevgilerini bir şeyler vererek gösteren ana babalarımız şimdi neden bu kadar şiddetle para ve armağan almak ve özel muamele görmek ihtiyacı duyduğumuzu açıklayan bir aktarıma neden olmuş olabilirler. Duygusal veya maddi olarak cimrilik eden ebeveynler şimdi bizim takıntılı bir şekilde para (veya yiyecek veya öteberi) biriktirmemize neden olan bir aktarıma yol açmış olabilirler. Aktarımlarımızın üzerinde çalıştıkça kendimizi geçmişten bulaşmış şeylerden temizler ve bunlara karşı bağışıklık kazanırız. Ondan sonra kendi eğilimlerimizle baş başa kaldığımızda parayla neler yaptığımıza şaşabiliriz. Ayrıca paraya ilişkin çözümlenmemiş sorunlarımızın yakınlık gösterme veya yakınlık kurmaktan kaçınma yollarımızı ne denli etkilemiş olduğunu görebiliriz; çünkü para konuları da almaya ve vermeye dairdir.
KABUL EDiLMEK VE REDDEDiLMEK
Bu ikili, hoşlanılma/hoşlanılmama, sevilme/nefret edilme, içeri alınma/dışarı itilmeye dairdir. Bu seçenekleri yalnızca bireysel bir düzlemde yaşamayız. Atalarımız düzeyinde de yok sayılmak yalnızca umursanmamak anlamına gelmezdi. işbirliği yapma ve bir gruba ait olmanın güvenlik anlamına geldiği bir dünyada, hayatta kalmak için son derece gerekli olan bir bağlantının korkunç kaybı bizim eskinin devamı olan ruhumuzda iz bırakmıştır. Reddedildiğimiz veya terk edildiğimiz zaman kendimizi tehlikede hissederiz; çünkü bizde hâlâ hayatımız tehlikeye girmiş duygusu yaratır. Hayata karşı tek başına mücadele etme hayalini, sanki ölüme bedelmiş gibi, dehşet verici buluruz. Bu dehşet de bizi başka insanlarla dolu odalarda gerçekleşmesi olanaksız bir kendimizi tanıma olanağından mahrum bırakabilir. Başkalarıyla dolu odalar, özellikle de o insanlar bize engel oluyorlarsa, kendimizi tanımamıza fırsat vermez.
Ayrıca, istediğimizi elde edememek, hayatımızda yepyeni bir dönemin başlamasına neden olabilir. Bir eş/sevgili tarafından terk edilmek, çok daha güvenilir bir başkasına rastlamamızın yolunu açabilir. Kötü şans, iyi şansa yol açabilir. Zıtların birliği eşzamanlılıktır*; kimi zaman akan gözyaşları pahasına bile olsa kaderimize giderken bize eşlik eden anlamlı tesadüflerdir.
Her ne olursa olsun, biri bizi terk ettiği zaman, onca emek verdiğimiz karşılıklı alışverişler, kurduğumuz uyum bir anda kesintiye uğrar. Kimliğimiz, artık bizim hiçbir şekilde müdahale şansımız kalmaksızın, karşımızdaki kişinin kafasında sabitlenir. Terk edilmenin bizi böylesine yer ile yeksan etmesinin bir nedeni de budur. ilişkinin sonra ermesi, diğer kişinin zihninde bizi son algılamış olduğu şekilde, donmuş bir imge olarak kalmamıza neden olur. Gerçekten de, artık karşılıklı olarak birbirimizde kim olduğumuza ilişkin yeni duygular yaratamayız. Terk edilme gelişmeyi kısıtlar, bu da evrim geçirerek gelişen bir varlık için korkutucu bir olasılıktır.
Terk etme, eşlerden birinin ilişkide daha önce son derece canlı bir şekilde yaşanan tartışmalardan ve duygularını coşkuyla açıklamaktan vazgeçmesi ve kayıtsız davranmaya başlaması şeklinde de gerçekleşebilir. Diğer kişi, aslında ilişki can çekiştiği halde, bu yeni sükûnet ortamını işlerin iyiye gittiğine yorabilir. Eşlerden biri çift olarak yaşananlara ilgisini kaybettiği veya ilişkinin nasıl gittiğine artık aldırmadığı zaman hikâyenin sonuna yaklaşılmış demektir. Eğer herhangi bir kurtarma şansı var ise birinin olan biteni gündeme getirmesi gerekir.
Bir insanla ilişkimiz bitebilir ve o kişi ondan sonra sanki aramızda hiçbir ilişki olmamış gibi veya onun için eskiden bize hissettirdiği ölçüde önemli değilmişiz gibi davranabilir. Hissettiğimiz kayıp duygusuna aldırmaz, hatta birlikte bulunduğumuz ortamlarda varlığımızın farkında değilmiş gibi davranır. Bu, canımızı yakar. Bitmesi ve gitmesi gerekenlere izin vermek konusunda ruhsal olarak olgunlaştıkça; artık “Ne cesaretle bana hiçbir önemim yokmuş gibi davranabilir?” demeyiz. Bunun yerine duyduğumuz kızgınlık ve kederi tek başımıza hallederiz. Ve en sonunda da şunu söyleyebiliriz: “Bu deneyimi her şeyi hak ettiğine inanan benliğimi çözümlemek için nasıl kullanabilirim?”
Benliğimiz, dünyadaki varlığının fani ve bu dünyanın gerçeklerinden birinin de bazı insanların bizi önemsememeleri olduğunu kabul ettiği zaman, daha az nevrotik bir hale gelir. Benliğimiz başkalarını bizim değerimizi kabul etmeye zorlamak ve aksi halde bunu yapmak istemedikleri için misillemede bulunmak istemektedir. Bunlara aldırmamak, hayatına devam etmek anlamına gelir. Bu da, insanları suçlamadan veya öç almaya kalkışmadan koşulsuz olarak, oldukları gibi kabul etmek ve gelecek ilişkilerimizde kime güveneceğimiz konusunda daha dikkatli olmak anlamına gelir. “insanlar neden böyle?” demek suçlamaya yol açar. “Evet, bazı insanlar böyle. Peki, şimdi ne yapmam gerekir?” demek ise bir gerçeği kabul etmeyi sağlar, sevecenlik hissetmemiz için bir fırsat yaratır ve hayatımıza devam etmemiz için güç verir.
Olduğumuz gibi kabul edilme, anlaşıldığımıza ve sevgiyle karşılandığımıza ilişkin bir güven hissini de içerir. işte size yüzeysel gibi görünen bir olayın aklımız ve bedenimiz açısından nasıl başka anlamlara gelebileceğine dair bir örnek:
Bankada bir çek bozdururken, veznedar bana iki ayrı kimlik sorduğu için canımın sıkıldığını fark ettim. Daha sonra buna neden bu kadar tepki gösterdiğimi merak ettim ve çok geçmeden fark ettim ki, aslında beni ismen tanımalarına rağmen bankadakiler için bir yabancı olduğumu hissetmemle ilgili bir şeydi. Beni ismen tanıdıkları için bana bir ayrıcalık yapmalarını, standart uygulamalarından muaf tutmalarını beklemiştim. Banka tıpkı çocukluğumdaki gibi, küçük David’e sık sık harçlık verilen koruyucu bir ortam olmalıydı. Öfkemin nedeni bana iki kimlik sorulmuş olması değil, sevilmediğimi düşünmemdi. Bu kadar çaresiz durumda mıyım?
OLURUNA BIRAKMAK VE DEVAM ETMEK
Bir şeyleri bırakıp hayatımıza devam ettiğimiz zaman, bir ilişkinin koptuğu veya bizi mutlu eden bir şeyleri kaybettiğimiz duygusuna kapılabiliriz. Oluruna bırakmak, aynı zamanda, sonuçlar üzerindeki kontrolümüzü de kaybetmek anlamına gelir; bu ise hayatın önceden tahmin edilmesinin mümkün olmadığı gerçeğine rağmen hâlâ plan yapmak ve o planın tam düşündükleri şekilde gerçekleştiğini görmek isteyen kişiler için korkutucu bir olasılıktır. Her şeyin kendi meşrebince olduğu bir ortamda paniğe kapılabiliriz.
Olayları oluruna bırakmanın ve hayatına devam etmenin arketipi olan destansı yolculuğumuza başladığımızda, gelişiriz. Bu bir arketip olduğu için içsel, atalarımızdan kalan olumlu bir dürtüdür; ancak korkularımızın baskın çıkabileceği bir şeydir de. Aynı zamanda, bu destansı yolculuk kişiliğimizin ve dünyamızın evrimi için çok büyük öneme sahip olduğundan, bu yolculuğu yapabilmek için gerekli erdemlerle donanmışızdır. Evrim, benlik imparatorluğunun daha yüksek bir kendilik hali lehine düşüşe geçmesidir. Örneğin, benmerkezcilikten evrensel bir sevgi duymaya doğru gelişme kaydetmektir. Fakat geçmişimiz yüzünden zaman zaman bu duruma güven duymakta zorlanırız.
Hayatımıza devam etmek konusunda gösterdiğimiz tereddüt bir yetersizlik göstergesi değildir. içimizin bir tarafı gitmek istediği halde, bir tarafımız olduğu yerde kalmak ister. Bazılarımız için ev-ocak arketipi, destansı yolculuk arketipinden çok daha önemlidir. içimizdeki bu eğilimle yüzleşmemiş olabiliriz. Buradaki mesele, duruma göre ya giderek veya mevcut durumu koruyarak seyyah kahraman arketipi ile evine ocağına sahip hane reisi arketiplerini dengeleyebilmektir
Güçlükleri Şükranla Aşmak
Bu uygulama başkalarının hayatımıza girmelerini ve çıkmalarını önkoşulsuz olarak kabul etmeyi içerir. Bunu yeni oluşumları kabul ederek ve şükranla karşılayarak ve gitmeye hazır olanların gitmesine izin vererek dile getiririz. Karşılama ve uğurlama törenleri bize yardımcı olur. Bu törenleri kayıplarımız sırasında ve başımıza yeni şeyler geldiğinde bize eşlik eden arkadaşlarımızla birlikte düşünüp bulabiliriz. Ayrıca günümüzde hayatta kalmanın yolunun, artık kolaylıkla arkadaşlık kurabilmekten ve bitmesi gereken ilişkileri aynı kolaylıkla bitirebilmekten geçtiği gerçeğine de alışabiliriz. Değişimin döner kapısından hayatımıza girmek veya hayatımızdan çıkmak isteyen insanların tercihleriyle başa çıkmanın en iyi yolu budur.
Korkuya rağmen, o halde, alışkanlıklarımızı uygulamalarla değiştirebilir ve şöyle diyebiliriz: “Yeni olasılıklara açık olmak için içimde güvenilir ve müthiş istek var ve korkmuyorum. Alışılmış rahatlıklarımdan vazgeçiyorum ve kendimi gelecek şeylere açıyorum. Mevcut durumu idare etmek için gerçekleri yeniden yorumlamak yerine kendimi gerçekliğe göre yönlendiriyorum. Geçip giden şeyleri, varlığımızın doğasındaki geçiciliği bilmenin rahatlığıyla izliyorum. Kendime kendi ölümlülüğümü, benim de sonunda bu dünyadan gideceğimi hatırlatarak, geçiciliğin gerçekliğini kabul ediyorum.”