Dört bir yanım hasat edilmiş ekin tarlası ve çiçeklenmiş ayçiçek tarlası benlerimle sarılmış, kucaklanmış olarak iki buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Tekirdağ’a vardık ve yol kenarında bir tesiste mola verdik.

Otobüsten iner inmez market bölümündeki kitap reyonu çarptı gözüme. Beni çeken bir kitap olursa almak için hemen girdim. Halil Cibran’ ın “Ermiş” adlı kitabı takıldı önce gözüme, ermiş ben’imle bir ilgisi olduğuna emin olarak önce onu aldım.

Sonra üst başlığı “Ruh Güzelliği” ve alt başlığı “İçinizi ne kadar onarırsanız dışınız da o kadar güzelleşir.” olan mavi bir kitap maviş maviş göz kırptı bana. Kendimi bildim bileli aslolan ruh güzelliği diyen benimin karşılığı olduğunu düşünerek onu da aldım. Kendim için yaptığım çekim bu kadardı.

Kitap olan benimin bu iki tezahürünün beni Tekirdağ’da karşılayıp orda olduğum sürede benimle arkadaşlık edeceğinin sevinciyle kızım için hangisi olabilir diye bakınırken, nihayet kendini ateşlemeyi başaran, kendini kendi içindeki ateşle yakabileceğini ve ateşini kendi nefesiyle, kendi rüzgarıyla, kendine olan inancı ve güveniyle besleyebileceğini anlama yolunda olan kızım için de “Kendini Ateşle” adlı tam ona göre sıkılmadan okuyacağı kalınlıkta ve içerikte bir kitap aldım.

Kapağını açar açmaz göreceği şekilde de “Kendini ateşle-din, ateşini kendi rüzgarınla, kendine olan inancın ve güveninle besle ki sönmesin.” diye yazıp aldığım tarihi ve yeri belirtip hep yaptığım gibi adımı yazmayıp “anneciğin” diye yazıp imzaladım.

Kitapları bulmanın sevinci ve kızıma yazdığım yazının etkisi ile de iyice duygusallaştım. Bu duygusallığım göğ(s)ümün ortasından yeryüzüne tezahür edercesine sardı etrafımı. Güneş yerini bardaktan boşalırcasına yağan bir yağmura bıraktı.

En sevdiğim benlerimden biri olan yağmur da olanca varlığıyla karşılıyor, kucaklıyordu içinde olduğum otobüsü. Yolculuğun bundan sonraki bölümünde de sıkılmama imkan yoktu. Yağmur ve müzik olduğu sürece ölüm yolculuğu bile sıkmazdı beni. Damlaların cama düşüşüyle yağmurlu bir günde öldüğümü ve müzik ile sonsuzluğa uğurlandığımı hayal etmeye başlamıştım.

Daha da ileri gidip cama vuran damlalar gibi, tabutuma vuran damlaların melodisinin çalan müzikten yükselen notalarla birleştiğini ve ruhumun bu serenadla bedenimi ait olduğu yere uğurlayışının ne kadar haz verici olduğunu içsel olarak deneyimliyordum adeta.

Zaman geldiğinde bedenimi böyle uğurlama seçimini yapıp içimle dışımı bir etmeye daldım yine. Otobüs belki de içinde bulunan bir çoğumuz için bir tabuttu. Sadece bedenlerimizin orda olduğu, zihinlerimizin ya geçmişte ya gelecekte cirit attığı, öldürdüğümüz ruhumuzu ve an’ı taşıyan bir tabut.

Benim zihnim ve ruhum bir olmuş yağmur damlalarıyla oynaşıp onlarla cirit atıyorlardı. Binlerce damlanın içine girip onlarla beraber cama düştükten sonra, o yana bu yana dümen kırıp süzülerek, birbirleriyle yollarını kesiştirerek, kesiştikten sonra kah birleşip kah ayrılarak akıp gidiyordu onların yollarında, onların bildiklerince.

Aynı ruhun bölünüp, binlerce bedenin içine girerek, dünyaya düşmeleri, benleriyle yollarını kesiştirerek, zenginleşip çoğalarak yaşamda süzülmeleri, yağmur damlalarıyla açık ve net, berrak ve şeffaf olarak tezahür ediyordu gözümün önünde. Düşen her bir damla farklı akıyordu, her bir damlada kısacık da olsa farklı bir hayat şekilleniyordu.

Kendimi unutmuş, akıp giden her bir damlanın içine girmiş ve camdan aşağı süzülüp süzülüp dururken telefonum çaldı. Arayan kızımdı ve beni karşılamaya geleceği için ne zaman otogarda olacağımı soruyordu. Muavine sordum on beş dakika sonra ordayız dedi.

Ben damla olup süzülürken otobüs çoktan Şarköy sınırları içine girmişti. Muavin ve sağ çaprazımda oturan iki bayan dizinin orda çekilmesinin memnuniyetiyle diziden bahsetmeye başlamışlardı. Kızımdan da bahsedecekler mi diye can kulağıyla dinliyordum. Dizinin nerelerde çekildiğini ve oyuncuların nerelere takıldığını, bütün oyuncuları gördüğünü anlatıyordu muavin büyük bir keyifle. O sarışın kızları ve en uzun boylu olanı sürekli görüyorum Atatürk caddesine gittiğimde derken, ben gayriihtiyari o uzun boylu olan benim kızım deyivermiştim. Der demez birçok göz bana çevrilivermişti. Kendime ne gereği vardı deyip kızmak üzereyken çalan telefonumla dağılmıştı bu kızgınlığım. Muavin kızımın aradığını anlamış ve otogara girmek üzereyiz demişti bana bakarak.

Bagajımı alırken de dönerken onun için kızımdan bir imzalı resim almamı aksi takdirde beni İstanbul’a götürmeyecekleri şakasını yapmıştı. Şakayla karışık gerçek ve bütün içtenliğiyle bir ben çıkıvermişti muavinin içinden.

Kızımla ve benlerimle buluşmanın heyecanıyla hızı azalan tek tük atıştıran yağmurun altında kızımı beklemeye başlamıştım.

Yağmurdan ilham alıp yazdığım bir şiirim yağmurdan yüz bulup ziyaretime gelmiş, beni yalnız bırakmıyor ve gezinip duruyordu içimde.

sen…
kendi hiçliğimde…
kaybolmak üzereyken ben…
güz yağmuruyla geldin bana…
dudakların gibi ıslak…
nefesin gibi ılık….
ruhun gibi ince ince…
aşkın gibi bardaktan boşalırcasına…
yağ avuçlarıma…

Share This