Bireyselleşememek, farklılıklara tahammül edememeyi getirdiği gibi her şekilde toplumsal dayatmalara boyun eğmeyi ve bu boyun eğiş sayesinde iktidardan pay alarak kendini, kendiliğini tanımlamayı da getiriyor beraberinde. İşte böylesi bir toplumsal yapı, içinde bulundukları gruba koşulsuz bağlı olmayı ve bu grubun kurallarını ötekilere dayatmayı gerektiriyor birçok kişi için. “Bizden değilsen değişeceksin, değişmezsen düşmanımsın” tarzında bir dayatma toplumun tüm kesimlerinde kanıksanan bir iletişim şekline dönüşüyor. Böylece narsisizm yaygınlaşıyor, maalesef toplum kibre ve ego’ya teslim oluyor. Kamplaşmalar başlıyor. Böylesi bir yaklaşım tarzı ötekileştirme ve mahalle baskısı gibi son yılların popüler sorunlarına da kanımca açıklık getiriyor. Bu noktada aslında başlangıçta ele aldığımız annenin çocukla kurduğu simbiyotik bağ ile toplumsal yapılanma arasında bir çelişki yok. Çocuk ruhlu ebeveyn özelliğinin yaygınlığı da bu bağlamda son derece tutarlı. Çelişkinin tutarlılığı. Oldukça ironik ama gerçek. Sanırım bu nedenle kaosun kıyısında yarına kalabilme becerisini gösterebilmemiz gerekiyor. Bu da hayata kuantum paradigmasıyla bakabilme becerisinin ne denli önemli olduğunu ortaya koyuyor sanki.
Peki tüm bunlar çekirdek ilişkilere nasıl yansıyor? Ne tür bir yaşam biçimi bizi Arno Gruen’in özerkliğine taşıyor? Hangi şartlar altında gerçek samimiyet var olabiliyor? Sahici bir dünya ve yaşam nasıl var olabilir? İlişkilerde şiddet eğilimi nereden besleniyor ve şiddet eğilimine sahip olarak yaşamanın bedeli ne? İlişkilerde erkek gerçekte neyi istiyor? Erkekler ve kadınlar ne kadar bilinçli ve gerçek?
Tüm bu ilişki süreçlerini bir sonraki yazımda tasvir etmeye çalışacağım. Hoşça kalın.