Güç hırsı erkeğin ruhunu yakmaktadır. Güçte körlemesine ısrar etmesi kendisinin ve güçlü varlık imajını desteklemek için yanında ihtiyaç duyduğu kadının değerini düşürmektedir. Bu imaj bilinçli ve bilinçsiz bir şekilde erkeğin kendiliğinin anlamı haline gelmiştir. İnsan ilişkilerinde sadece o imajı onaylayan şeyler kabul görmektedir. Herkesin sahip olabileceği kendilikten nefret edilir, çünkü kendilik çaresizlik ve acıyı da kapsamaktadır. Gerçek sorumluluktan, kendimizi ve diğerlerini gerçek haliyle tanımaktan kaçınırız.
Böylesi bir kaçınma eylemi ikili ilişkide şöyle bir söylemi dillendirir: “Seni seviyorum, harika bir insansın, hadi değiş!”
Kendisini ve diğerini gerçek haliyle tanımaktan kaçınan çiftler birbirlerini değiştirmeye, birbirlerinin istek ve ihtiyaçlarına ve daha mükemmel bir eş tanımlarına uyum sağlamaya çalışırlar. “Neden yapmıyorsun?”, “Neden yapamıyorsun?”, “Hatalısın.” cümleleri genellikle değişimden çok tartışmaları körükleyecek türdendir. Öfke ve suçlamalar iş birliğine yol açmaz ve bu yaklaşımı benimseyen çiftler istedikleri değişimi yaşamayı nadiren becerebilirler.
Dr. Andrew Christensen ve Dr. Neil Jacobson tarafından geliştirilen yeni bir yaklaşım olan “kabullenme terapisi” ya da “bütünleştirici evlilik terapisi” bu soruna çare olacak gibi görünüyor. Tabii ki başarı sağlayabilmek için öncelikle her iki tarafın da ilişkiyi kurtarmaya gönüllü olması gerekiyor. Bütünleştirici terapinin yaklaşımı, değişime zorlamaktansa eşlerin, birbirlerinin farklılıklarını ve bireysel duyarlılıklarını kabullenmeleri üzerine kuruludur. Eşleri, değişim için ısrar ederek bir köşeye sıkıştırmak yerine bu tarz bir anlayış daha uzun süreli ve eşlerin kişilik ve davranışlarıyla uyumlu, baskısız değişimleri getirir.
“Kabullenme, tatsız davranış olarak nitelendirdiğiniz durumu anlayışla karşılamak, onun derin anlamını anlamak ve daha geniş bir açıdan görebilmektir.” diyor Christensen ve Jacobson. Kabullenme terapisinin arkasındaki ana fikir, başka birinin huyunu ve davranışlarını kabullenmenin ilişkide sevgi ve şefkate kapı açtığıdır.
Kabullenme büyük olasılıkla “anlamak” ile başlayacaktır. Bu doğrultuda önerilen ilk adım, bir tartışma üzerinde her iki eşinde bakış açısını içeren, yetersizlikleri ve kırılgan noktaları tanımlayan, her bir eşin başa çıkma yöntemlerini ve sorunun tartışmaya kadar gidişini tarif eden bir hikaye geliştirerek tartışmanın ana anatomisini incelemektir. Sonraki adım ise geri dönüp hikayenin kusurlar yerine farklılıklar, suçlamalar yerine kırılganlıklar, yargılar yerine tanımları içerip içermediğine bakmaktır.
Bu yaklaşım Gruen’in sevgi kavramıyla da uyumlu görünüyor. Ancak nafile. Toplumumuzda yerleşik bireysel benlik yapılanması hep o erkek egemen ideolojinin itelemesiyle oluşmaktadır. Bu da erkekte insanlığın körelmesine ve kadının ezilmesine yol açmaktadır. İşin ilginci erkek egemen ideoloji erkeği sonunda güçsüz ve zayıf hale getirmektedir.
Gruen bu şartlar altında samimiyetin var olamayacağını iddia ediyor: Samimiyetin temeli eşitliktir. Ama, kadınla münasebetimizin her anında kendimizi kendiliğimizin derinliklerinde yetersiz, üstün ve suçlu hissediyorsak, bu eşitliği nasıl sağlayacağız? Yetersiz, çünkü aslında içten içe kendi efsanemize inanmıyoruz; üstün, çünkü kendimizi efsanemizle kandırmak istiyoruz; suçlu, çünkü kadını sürekli hor görerek, onun bizim imajımıza verdiği desteğe ve bize duyduğu hayranlığa olan bağımlılığımızı inkar ediyor, kendimizi ondan üstün görerek ise, bu inkarımızı hasır altı ediyoruz.
Samimiyetin eşitlik temelinde var olacağına ben de katılıyorum. Ancak toplumumuzda temel sorun güvensizlik. Güven ilişkisinin oluşmadığı bir ortamda bireylerin samimi bir tutum sergileyebilmesini mümkün görmüyorum. Güven ilişkisinin var olmadığı bir ortamda yetişen bir çocuğun özerk bir benlik oluşturabilmesi de bu bağlamda oldukça zor. Bireysel benlik inşası narsistik öğelerin etkisiyle ve aile ortamında şekillendikçe çocuk ilerideki yaşantısında bağımlılık temeline dayalı ilişkiler içerisinde kendini hapsolmuş bulacaktır. Bu aslında bir tür kendine ihanettir. Kendini acı bedenle tanımlama yolunu seçmektir. Bu kısır döngüden kurtuluşun yolu ise toplumsal gerçeklerle uzlaşma değildir. Tam tersine toplum normlarına çoğu zaman ters düşebilmeyi gerektirir. Ancak bunun da bir sınırı olduğunu unutmamak gerekir. Sürekli olarak topluma karşı durarak toplum içerisinde yaşamayı becerebilmek mümkün değil. Ancak iki binli yıllar bana bu konuda daha fazla umut vermeye başladı. Normalliğin artık net bir tanımı yok. Sanırım bunda ikinci dünya savaşı sonrasında toplumlarında hastalanabileceği gerçeğiyle yüz yüze gelmemiz yatıyor. Ancak buna karşın, yine de mutluluğa, başarılı ilişkilere yönelik hazır reçeteler ve sihirli formüller sunan kitaplar satmaya devam ediyor.
Başarıya endeksli bir toplumsal zihniyet, eğitim baskısının şart koştuğu uyum, gerçek canlılığımızı, yaratıcılığımızı ve sevme yeteneğimizi köreltiyor. Başarıyı ve mutluluğu nesnelere sahip olma gücü üzerinden tanımlayan ideolojiler toplumsal refahı da dış gerçeklik üzerinden yapılandırma çabasında. Ancak kuantum gerçek bize tam tersini söylemekte, maskeler düşmektedir. Dış gerçekliği yaratanın iç gerçekliğimiz olduğu konusunda bizi ikna etmeye çalışmaktadır.