Dünyanın en güzel köşelerinden birinde, bungalovun önünde bir taburede oturuyorum. Önümde alçak bir sehpa var, dizüstü bilgisayarımı onun üzerine koydum, yazıyorum. Dağ, nehir, deniz ve toprağın kesiştiği bu cennet parçasında mavi kanatlı kuşlar, burnunu avucunuza sokan atlar, yeşil başlı ördekler, tavuklar, horozlar, seveyim diye karnını açan kedilerle köpeklerle beraber soluk alıp veriyorum.
Buraya tatile gelmedim. İş gezisindeyim. İstanbul’dan bir grup öğrencimle beraber yoga kursu vermeye geldim. Sabah-akşam yoga yaptığımız bir hafta geçireceğiz burada. İlk dersimiz bu sabah sekizde başladı. Ders yaptığımız kubbe Yörük çadırı şeklinde tasarlanmış. Yerleri taze ahşap kokuyor, bütün etrafı tülle kaplı. Tüllerin dışında cins cins ağaç, ot, çiçek, bitki… Biz ısınma hareketlerimize başlarken güneş sık yaprakların arasından nazlı nazlı tülleri okşuyor, doğa uykusundan çığlık çığlığa uyanıyor. Kuşlar, böcekler, köpekler, rüzgârda hışırdayan yapraklar… Yörük çadırımızın çevresine yumurta bırakan tavukların, onları korumayı kendilerine görev bilen horozların ötüşleri…
İkinci ders akşamüstü, gün batarken… Kaldığımız kampın bahçesinde yetişen organik sebze meyve ve sabah çadırımızın etrafına bırakılan yumurtalarla beslendiğimiz, balıklarla yüzüp, ormanda yürüyüş yaptığımız günün sonunda taze reçine kokulu Yörük çadırımızda yeniden buluştuk ve şehirden uzaklaşsak da bizimle gelen ve doğada yaşarken farkına vardığımız alışkanlıklarımızdan konuştuk.
Neler peki bu şehir alışkanlıkları?
Bir tanesi telaş etmek. Yetişecek bir yerimiz olmasa bile zihinlerimiz telaş etmeye programlı. Birkaç öğrencim adımlarını ağır ağır da atabileceklerini kendilerine hatırlatma ihtiyacı duyduklarını dile getirdiler. Lokmalarımızı çiğnerken, konuşurken ve hatta yoga yaparken bile telaş, alıştığımız için artık fark etmediğimiz buzdolabı hırıltısı gibi hızımızı, tavrımızı belirliyor. Şimdiyi yaşayacağımız yere bir sonraki anı tasarlamak, yetişmek için koşturmak… Bir türlü yetişememek. Sık sık geç kalmak. Geç kalmayı kanıksamak… Belki de telaşı beslemek niyeti ile günü tıklım tıkış doldurmak.
İnsan bile bile telaşı besler, gününe stres kaynağı ekler mi? Ekler tabii. Çünkü insan hem açgözlü (bir günde çok, pek çok şey yapmak istiyor) hem de alışkanlıklarının esiri bir varlık. Telaşsız bir gün birçok insana zor ve sıkıcı gelebilir. Çoğumuz mutluluk ve huzurdan çok, hayatımızda süreklilik (istikrar) arıyoruz çünkü. Sürekliliği sağlayan ve onu devam ettiren şey telaş bile olsa, onu korumanın yollarını arıyoruz. Şehir insanlarının bu kadar çok yoğun, bu kadar çok yorgun olmalarının arkasında bence stres bağımlılığı yatıyor!
Bu yoga kampı boyunca ağırlaşmak için çaba gösterme kararı aldık. Sonra dedik, madem başladık, sadece adımlarımızı, lokmalarımızı ağırlaştırmakla bitmesin bu iş, bizi yoran, yıpratan, hayatımızdan enerjiyi ve belki de neşeyi çalan diğer şehir alışkanlıklarımızı da tanıyıp, onları da kıralım.
Çocuklara sordum, çantanızda şehirden buraya ne alışkanlıklar getirdiniz? Çantalarının içini sorduğumu sanmışlar. Saydılar hemen. Bilgisayar, telefon, kindle, şarj aletleri, bağlantı kabloları… Çantalardan “mütemadiyen iletişim içinde olma alışkanlığı” çıktı!
Mütemadiyen iletişim içinde olma alışkanlığı şehir insanlarında artık alışkanlıktan çok bağımlılığa dönüştü. İnternet, eposta, ev telefonu, cep telefonu, kısa mesaj ve sonsuz sosyalleşmeler yüzünden bir gün içinde uyuduğumuz saatleri saymazsak, kendimizden başka biri ile iletişim için olmadığımız bir dakikamız bile yok neredeyse. Fiziksel olarak bir mekânda tek başımıza dursak bile teknoloji yolu ile her an bir diğerine bağlanacağımızın bilincindeyiz.
Burada bir süre telefonları, interneti kapatıp doğada tek başına kalma talimi yapalım dedik. Çünkü insan, tabiatı gereği tek başınalık ihtiyacında olan bir canlı. Başarılı sanatçılar ve edebiyatçılar ilham kaynağının kurumaması için her gün bir miktar tek başına vakit geçirmeleri gerektiğini asırlardır söyler dururlar. Yaratıcılık kanalları sonsuz iletişim halindeyken değil, bir başına geçirilen avare zamanlarda temizlenip açılıyor. Bakalım insanlar arası iletişimin her türlüsünden arınmış tek başınalıklardan nasıl ürünler çıkacak?
İkinci gün öğrencilerimle niyet ettik, burada kaldığımız süre boyunca koşturmayacağız, telaşa kapılmayacağız, mümkün olduğunda tek başımıza vakit geçirip, mümkün olduğunca az ve öz konuşacağız. Bunun için birbirimizden uzak durmamıza gerek yok. İki insanın yan yana sessiz durabilmesi de mümkün. Kendimizi sessizliği kırmaya mecbur hissediyorsak eğer (ki bu da bir şehir alışkanlığı) bu kendi iç sesimizi duymaya tahammül edemediğimiz için olabilir. Varsa böyle bir sıkıntımız bunu da gözlemleyip fark etmek için iyi bir fırsat olur sessizlik anları…
Bir diğer şehir alışkanlığı da “ya hiç, ya hepçilik.” Şehirde koşturup duruyoruz ya, uzun saatler boyunca bir şey yapmak zorunluluğu bulunmayan zamanlarda hiçbir şey yapmamaya doğru gidiyoruz. Hayat iş ve tatil diye iki bölmeye ayrılmış aklımızda. Ya iş yapacağız, ya tatil. Ya her şeyi yapacağız, ya hiçbir şey. Çoğumuzun tatil anlayışı “oh bir hafta sırtüstü yatacağım ve hiçbir şey yapmayacağım” hayali ile özetleniyor. Oysa sırtüstü yatıp hiçbir şey yapmamak dünyanın en sıkıcı işi. Zamanımızı verimli bir şekilde organize edip işlerimizi, derslerimizi, görevlerimizi tatilde yapmayı başarsak, aslında tatil ve çalışma arasındaki o keskin sınır silinebilir. Çünkü gerçek hayatı iş hayatı ile bir tutan ve tatili “hayata ara vermek” olarak algılayan bu zihniyet, çalışırken de tatildeyken de hayatlarımızdan neşeyi çalıyor.
Bir hafta sonra:
Güneş dağın ardında yitti gitti. Çimenleri sulamışlar, ortalık taze ot kokuyor. Uzaktaki köyde bir horoz boğazı yırtılırcasına ötüp duruyor. Öğrencilerim gitti. Çimenlere dağılmış, tahta masalara yayılmış yüzlerini, derslerde öğrendiklerini birbirlerine soran, tekrar eden seslerini özlüyorum. Şimdi tek başımayım. Burada yaşasam diye düşünüyorum. Her akşam şu süt liman denize karşı oturup günün dağın arkasına kayboluşunu izlesem…
Derken derken yakalıyorum kendimi… Eh, ben şimdi zaten buradayım. Şu an dışında bir hayatım yok ki. Hayat geçmişten veya gelecekten değil de şimdiden ibaret ise, ben zaten hayalini kurduğum yaşantının ta kendisine şimdi, şu anda sahibim. Kendime gülüyorum. Halihazırda yaşıyor olduğum bir hissin hayalini kurduğum ve o hayalle meşgul olurken gerçeği kaçırdığım için! Bu da bir şehir alışkanlığı olsa gerek!
“Doğada yaşamak iyi güzel tabii” dedi değerli ustam. “İyi güzel ama ağaçlar yoga öğrenmek istemiyorlar ki! Bilgini, birikimini ağaçlara değil, insanlara aktaracaksan, dağ taş dere bayırda değil, şehirde yaşamayı seçeceksin.”
Şu hayatta beni yoga dersi vermek kadar tamama erdiren başka bir uğraş bulunmadığına göre ben de şehirde yaşamayı seçiyorum. Ama şehri seçiyorum sadece. Onun alışkanlıklarını değil. Telaştan, gevezelikten, koşturmacadan arınmış, bir şehir yaşantısı yaratabilir, şehire doğada kazandığım yeni alışkanlıklarımı taşıyabilirim.
İşte şimdi bu heyecanla dönüyorum baharı erguvanlara kucaklayan şehrime. Şehirlerin en güzeline…
Baharınız kutlu olsun!