Çocukluğumdan beri sabahın erken saatlerini pek severim. Güneş incecik, titrek, sanki kıyamazmış gibi dokunur dünyaya; en sıcak yaz günlerinde bile insanı serinleten bir yel eser şafak vakti. Bayılırım ona. Küçükken yaz tatillerinde en erken ben uyanayım isterdim. Uyanayım ve hemen bahçeye çıkayım. Bahçede o tatlı, tedirgin ışıkla sarmalanayım; çiçeklerin sadece sabaha sundukları o ıslak taze kokularını içime çekeyim. Hâlâ da pek severim gün doğumu saatlerinde uyanık ve bir başıma olmayı.
Bu sabah öyle erkenden kalktım. Yogamı bitirip kahvemi içtikten sonra kitaplarımı, defterimi ve bilgisayarımı alıp yola çıktım. Beni asansöre kadar geçiren kaynanamla şakalaştım. Hadi işe gidiyorum, akşama görüşürüz diye… Bilmez ki hayalim sahiden de budur. Erken başlayan bir sabahın akabinde girip, akşama kadar çıkmayacağım bir yazıhanem olsa… Öğlene kadar kimseyle konuşmasam. Yazsam, okusam, düşünsem, yazsam, okusam…. Öğlen dostlarla buluşup sohbet etsem, öğleden sonra yazıhaneme kapanıp yine yazsam, okusam, yazsam okusam… Akşam beşte de çıkıp eve dönsem; Bey’imle vakit geçirsem.
Hayallerimde böyle bir hayat, önümde de bomboş bir gün var. Atina’nın göbeğinde, Antik Agora’nın dibinde bir kahvehanede oturuyorum. Masamda üç kitap, bir defter, iki kalem, bir kahve, bir de kindle dizilmiş. Hayalimdeki hayat bir kol uzaklığında. Ama ben yine de oyalanıyorum. Bir türlü elim uzanıp da o kitabı açmıyor, kalemi alıp o deftere yazmıyor. İnternete girip çıkıyorum, lüzumsuz bir sürü işi yapıyorum. Sevmediğim, yapmaya üşendiğim bir iş olsa anlayacağım da hayatta en sevdiğim iş olan bir kahvede oturup kitap okuma işini neden geciktiriyorum ki?
Hayalimdeki hayatı neden yaşayamıyorum?
İşte insan tuhaf bir yaratık. Öyle düz mantıkla çalışmıyor. Yapmayı çok ama çok istediğimiz bir şey bile olsa o işe ilk başlayışta bir yabancılık, hayalimizdeki tecrübe ile arasında bir kopukluk var. Şimdi kitabımı açsam (Tanpınar’ın Mahur Beste‘si), bahsi geçen dünyaya girmem için biraz vakit geçmesi gerekecek. Konsantrasyon ilk satırda gelen bir şey değil -en azından bana. Dikkatim bir otomobil motoru gibi önce açılacak, sonra ısınacak, az biraz tekleyip sonra satırların dünyasında kaymaya başlayacak. Ancak ondan sonra benim hayalimdeki kitap okuma eylemine yakın bir tecrübeye ereceğim. Oraya gidene kadarki yol ise biraz engebeli ve tecrübenin hayalinden kopuk. Bu kopukluk yüzünden yolun başında hayalimden vazgeçebilirim. O yüzden saat kuruyorum. Yarım saat boyunca Tanpınar ile baş başa kalacağız, aramıza kimsenin girmesine izin vermeyeceğiz.
Hayatta yapmayı en çok istediğim şeyi bile böyle geciktiriyorsam, sevmediklerimde ne yapıyorum değil mi? Aslında hiç farkı yok. Üşenmeler, geciktirmeler, lüzumsuz işlerle oyalanmalar sonunda yapacağımız işten bağımsız bir patoloji. Beni çok zorlayan bir iş mesela bire bir terapi seansı yapmak. Devam ettiğim Clearmind Psikolojik Danışmanlık programını tamamlamak için belli sayıda terapi stajı yapmam gerekiyor. Bu terapi stajları videoya kaydediliyor ve daha sonra hocamız bize tavsiyelerde bulunuyor. Ben hem ne yapacağımı tam bilemediğim için hem de genelde bir insanla bir saat boyunca baş başa kalmak konusunda zaten zorlandığım için bu seanslara kaygıyla yaklaşıyorum. Elimden gelse beş dakika kala seansı iptal ederim; kaygı seviyem öyle yükseliyor. Ama sonra mecburen başlıyorum; suya atlar gibi atlıyorum. Hiç şeyin hayalimdeki gibi olmadığı ortaya çıkıyor. Zevk aldığım, keyif duyarak çıktığım seansların sayısı hayli fazla.
Aslında başta bir şeyi isteyip istemediğimizi bilmiyoruz. Bir şeye dalmadan, o ilk kopukluk yollarından geçmeden tecrübenin kendisiyle buluşmanın yolu yok. Bunu ben zaten yogadan iyi biliyorum. Çağdaş yoga ustalarından biri olan Richard Freeman canının hiç ama hiç yoga istemediği sabahlarda bile sadece bir kaç ısınma hareketi yapmak üzere “kendini” ikna ettiğini anlatır. Birkaç ısınmadan sonra fikirler değişir çünkü. Bir sonraki adım da atılır, sonra bir adım daha. Motor ısınır, bir iki teklemeden sonra arabamız asfalt üzerinde yağ gibi kaymaya başlar. Yine Psikolojik Danışmanlık eğitimimiz sırasında cinsellikle ilgili bir ders yaparken öğrendiğimiz bir şey var. Cinsel isteksizlik dönemlerinden geçen çiftlere canları çekse de çekmese de bir hafta boyunca her gün sevişme ödevi veriliyor. Sevişmeyi (ya da herhangi bir şeyi) baştan istememenin o tecrübeden alınacak keyif ve tatmin ile çok da bağlantısı olmadığını göstermek için.
Bunu yazı için de çok söyler ustalar. Yazı yazmak için aklınızda bir fikir, bir hikâye olmasına gerek yok. Kalemi eline alıp bir satır yazmak yeter. On beş dakika kalemi durdurmadan yazmak mesela motoru ısıtmak için verilen tekniklerden biri. Ben her gün saat kurup yarım saat boyunca roman okuyorum. O yarım saat boyunca dikkatimin, elimin başka yere gitmesine izin vermeden. Hiç kitap okuyacak vaktim yok diyorsanız, yarım saatliğine saatinizi kurun ve başka hiçbir şey yapmadan o kitabı (başladığınız kitap olması önemli) okuyun. Kurgunun dünyasında alacağınız tek nefes bile o güne yeni bir renk katmaya yetecektir.
Uzun lafın kısası diyorum ki hayallerimizi gerçekleştirmek için muhtaç olduğumuz kudret ancak elimiz, bacağımız, nefesimiz hareket halindeyken uyanıyor. Elimiz kolumuz bağlı otururken ne yazı, ne yoga, ne de hayat için ilham geliyor. Harekette sahiden de bereket var.