(Yine bir uçak yazısı)
Bizi dünyanın bir yakasından diğerine taşıyacak olan devasa metal kuşun içinde, üç yüz küsur yolcu kuzey kutbunu dönüyoruz. Ben uçaktaki zamanı seviyorum. Özellikle de uykumu iyi aldığım bir günse ve yolculuk tam benim uyku saatime denk gelen bir noktada bitiyorsa on saat boyunca bana bile daracık gelen bir koltukta hareketsiz oturmaktan keyif alabiliyorum. Ben değil miyim sonsuz saatler boyunca kitap okumak, sonra yazmak, sonra başka bir kitap okumak isteyen? Buyur işte diyorum kendime, on saatlik çalışma ortamı. Ben yazayım, onlar (berbat) kahvemi getirsinler. Daha dün uğruna mücadele verdiğin, Bey ile pazarlığa oturduğun bir boş zaman dilimi kucağında şimdi -evlilik ne zaman sonsuz bir pazarlık olmaktan çıkar?
Bunu der demez de dilimi ısırıyorum. Hangi zamanın boş, hangisinin dolu olduğunu ne belirliyor ki? Boş zamanlarınızda ne yaparsınız, diye sorarlardı eskiden televizyondaki bilgi yarışmalarına katılanlara. Hâlâ soruyorlar mı acaba? O yarışmalar hâlâ var mı? Boş zamanı kalan kimse kaldı mı şu meşgul dünyada?
Boş zamanlarınızda ne yaparsınız? Dolu zamanlarımda ne yaparsam aynısını yaparım herhalde. Yemek yaparım; kitap okurum; Kuraldışı Dergi’nin yazısını bir defa da son dakikada değil de ayın ortasında bir zaman gönderip sevgili editörü şaşırtmak için yazarım; yeni romanımın karakterleri ile sohbet ederim; İstanbul’daysam nadir gittiğim uzak bir mahallenin sokaklarında yürürüm; Bey ile yemeğe çıkarız ya da (arabayı yıkamaya götürmek gibi)bana çok angarya gelen ama onu mutlu edecek bir şeyler yaparız. Belki ikinci bir yoga seansı, akşam saatlerinde -bir türlü oturtamadığım bir şey bu akşam yogası…
Zamanın boşu dolusu yok ki! Hayatın her anı hayat.
Şu yukarıdaki cümleyi yazdım, sonra gözüm uçak televizyonuna takıldı. Hani şu öndeki koltuğun sırtında, size özel olan ekranlardan… Kendin seç, kendin seyret ekranı. Benimkinde Rüzgar Gibi Geçti filmi açık. Kulaklığımı takmadığım için sessiz oynuyor (ben zaten bütün replikleri ezbere biliyorum) arada sırada başımı kaldırıp eski dostlarım gibi tanıdık simalara, sahnelere bakıyorum, sonra size dönüyorum. İşte tam o yukarıdaki cümleyi yazdım ve ekranımda ABD’nin kurucu liderlerinden Benjamin Franklin’in şu sözü belirdi:
Yaşamı seviyor musun? O zaman vaktini boşa sarf etme. Çünkü yaşamı meydana getiren şey odur.*
Tesadüf mini bir mucizedir, bize doğru yolda olduğumuzu hatırlatan.
Bu sabah, yola çıkmadan birkaç saat önce, bir tanıdığımın ölüm haberini aldım. Geçen sene İzmir Yüzleşme Atölyesi’nin düzenlediği etkinlikler sırasında tanıştığım sevgili Vangelis Kechriotis neredeyse bir yıldır cebelleştiği deri kanserine yenilmiş. Hiç beklemiyordum. İyileşeceğinden pek emindim. Vangelis bizim Bey’den bile gençti… Daha yeni tanışmıştık. Onlar da bizim gibi biri Yunan diğeri Türk bir çiftti. Ailesi ile tanışmak için sabırsızlanıyordum. Beni İzmir’in eski Rum okullarında gezdirmiş, nakış gibi işlenmiş binalardaki tek başıma olsam hiç fark etmeyeceğim güzelliklere gözümü açmıştı. Araştırmam sırasında, hastalığına rağmen, ne kadar ufak ya da fuzuli de olsa hiç bir sorumu atlamamış, eski İzmir’e dair bildiği ne varsa bana aktarmıştı. Yeni romanım hem Yunanca hem de Türkçe yayınlanacağı için ikisini de okuyacak diye seviniyor, sabırsızlanıyordum -babam da Saklambaç’ı okuyamadan yitti gitti zaten. En son Boğaziçi Üniversite’sinde Ferhunde Hocamız’ın cenazesinde karşılaşmış, hastalığından hiç bahsetmeden konuşmuştuk. Bugün aynı yerden kendi cenazesi kalkıyor.
Zamanın dolu mu boş mu olduğu sorusu ölümle yüzleşince nasıl da anlamını yitiriyor!
Kişisel gelişim dünyasında “anda yaşamak” çok moda bir terimdir. Moda olduğu kadar bir hedeftir de. Herkes “anda yaşamak” için birbiriyle yarışır adeta. O kadar çok “anda yaşamaya” çalışırız ki o arada anın duygusu kaçar. Gülmeyin, bu söylediğim oluyor. Bana da oluyor, öğrencilerime de sınıf arkadaşlarıma da… Anı yakalamak için hırslananlar, anı kaçırdıkları için hayıflananlar, an üzerine düşünür taşınırken yaşamı kaçıranlar!
Peki, yaşamak nerede başlar? Ölüm nerede biter? Bizi şimdiye ne bağlar?
Oya Baydar yeni kitabı Yetim Kalacak Küçük Şeyler’in giriş yazısında “Yaşadıklarımız değil, yaşadıklarımızın anlık duygusudur gerçek ben” diyor.
Ne doğru bir tespit -ve ne güzel bir kitap!
“An” hakkında konuşmak, “an” hakkında düşünmek veya “anı” anlamlı kılmak çabalarımız mı yoksa hislerimiz mi? On yıllık yoga eğitmenliği tecrübemde gördüğüm şu ki insanlar çok zor hissediyor. Sadece duygularımız değil, vücudumuzdaki hisleri de öyle şıp diye bulamıyoruz. Modern çağda keskin acı ve zevk dışındaki vücutsal hislere karşı köreliyor mu beynimiz? O yüzden mi bize hislerimizi geri verecek maceraların, kimyasal maddelerin, esrarın, yasak heyecanların peşinde koşturuyoruz.
Şimdi, şu anda hayat yok mu? Gerçek ben o anlık duyguda gizliyse, o duyguyu nasıl yakalamalı?
Benim fark ettiğim bir şey, duyguları hissetmek yerine onlar hakkında düşünmeye başladığımızda o an kaçıyor. Bize “Ne hissediyorsun?” diye sorduklarında gözlerimizi tavana kaldırıp cevabı kafamızın içinde arıyorsak, belli ki olanı değil, olması gerekeni araştırıyoruz. Gözlerimizi aşağı çevirip cevabı vücudumuzda aramaya başladığımızda şimdiyle, yaşama, gerçeğe dönüyoruz. Piyasa ekonomisi ile hırs kurbanı yoga severlerin çarpıttıkları imajının aksine Hatha Yoga’nın en temel öğretisi budur. Hissetmek. Vücudu, canın akışını, yüreğin atışını, hafıza yüklü bir kasın çözülmesini hissetmek ve şimdiyi bütün hisleriyle kabullenmek.
Düzgün uygulandığında Hatha Yoga bizi şimdinin, yani bütün maskelerin, imajların, herhaldelerin, fikirlerin ötesindeki hakikat ile yüzleştiriyor. Aynısını bir de ölüm yapıyor. Ölüm yüzümüze çarpınca hakikati hatırlıyoruz, öncelikler yeniden düzenleniyor. Nedir mühim olan şu hayatta? Nedir hakiki olan? İlişkilerimize baktığımızda, karşımızdaki insan hakkındaki fikirlerimizi mi görüyoruz yoksa o insanın kendisini mi? O andaki hali ile? Bir insan hakkında ne kadar çok fikir üretirsek onunla olan bağımızın zayıfladığının farkında mıyız?
Fikirlerden inşa ettiğimiz heykelin karşısında koptuğumuz insan kendimiz miyiz yoksa?. Maskemizi değil, gerçek yüzümüzü görebiliyor muyuz? Sadece cesaret değil, sabır ve sebat isteyen de bir şey bu içe bakış. Tek bir yüzümüz olmadığının, vücudumuzun yüzde yetmişini kaplayan su gibi akıcı ve değişken tabiatımızın farkında mıyız, yoksa “olmam gerek”lerin hapsinde boş zaman, dolu zaman hesabı mı yapıyoruz?
Hislerimizi olması gereken değil de o anda oldukları hali ile kabulleniyorsak, korkuyu, kaygıyı, neşeyi, sevinci, matemi kafamızda değil de vücudumuzda, hücrelerimizde, kaslarımızda, yüreğimizde bulabiliyorsak, işte o zaman “anı” yakalayabiliyoruz. Kopuştan buluşmaya, yanılsamadan hakikate, boş zamandan dolu dolusuna giden yol hep içeriden geçiyor…
Bitirirken sözü yine Oya Baydar’a bırakıyorum.
O anların duygusunu kişinin kendisinden başka kimse bilemez. Anlar kişinin mahremidir, riya bilmez bir aynanın karşısında çırılçıplak kendisidir.
Peki siz ne hissediyorsunuz, şimdi şu anda siz kimsiniz?
*Dost thou love life? Then do not squander time, for that is the stuff life is made of.
Defne Suman