Yeşil, sakin (kimilerine göre sıkıcı, kimilerine göre cennet) Portland’daki evimizi altı aylığına kapatıp bindiğimiz uçaktan İstanbul’a indiğimizde, bir de baktık ki etraftaki sevgililer patır patır ayrılıyorlar. En sağlam bildiğimiz ilişkiler orta yerinden çatlamış, çatlaktan zehir zemberek akmış. Aldatanlar, kaçanlar, lafını bıçak edip kalp deşenler, kavga edenler… Ayağımızın tozuyla bile girmeden diğer çiftleri saran huzursuzluk bizi de sardı; başladık kavgaya. Nice bilmediğimiz güç ile göklerdeki yıldızların esiriyiz ne de olsa. (Bir de İstanbul trafiğinin.)
İlk sabah çamaşır makinesini yolda giydiğimiz kıyafetlerle doldururken bir şey fark ettim: Sevgilisinden ayrılan arkadaşlarıma özenen bir ses vardı benim de içimde. Terk edip gitmeye gündüz düşlerinde bile vicdanım el vermiyor ama içimdeki ses ağzı sulana sulana “Keşke senin Bey de seni terk edip gitse” diyordu.
O sesi duyunca (şeytan mıdır nedir?) hemen dikkatimi çamaşırlara verdim. Ben evli, mutlu bir kadınım, ne diye terk edilmek isteyeyim? Ama yok, işte renkliler yıkandı, asıldı. Beyazları makineye koyarken, şeytan ses yine kulağımda şimdi Bey beni terk etse, gideceğim memleketleri, yazacağım kitapları, yüzeceğim denizleri filan sayıyor. Ya sabır. Mutlu, evli bir kadınım ben.
Hımmm orada bir dur… diyor bir başka ses daha derin bir yerlerden. Olması gereken ile var olan arasındaki sınırı çizelim bir defa. Mutlu bir kadın olman gerektiğini düşünüyorsun çünkü çok sevdiğin ve dünyada eşi benzeri bulunmayan muhteşem bir adamla evlendin. Ama her an, her dakika mutlu değilsin. Birbirinizi çok sevmenize rağmen kavga ediyorsunuz. Şiddetsiz iletişim kurmaya gayret ettiğiniz halde birbirinizi kırıyorsunuz ve bütün bunların sonucunda sen kendi ihtiyaçlarını dile getirmeyi beceremiyorsun, doğru mu?
Doğru.
İletişimsizlik ve tatmin edilmeyen ihtiyaçlar ilişkiyi inceden çatlatmaya başlıyor. Sonra bir gün çat diyor ortadan kırılıyor. Toparla toparlayabilirsen.
Terk edilme fantezisi benim için yeni bir şey değil aslında. Hatta diyebilirim ki anlaşmazlıkların gün aşırıya çıktığı durumlarda ilişkiyi orta yerde bırakıp gitmek benim için son derece tanıdık ve kolay bir kaçış yolu. Bizim Bey’e rastlayana kadar yaşadığım ilişkilerimde bu yola çok girdim çıktım. Kendim terk etmediysem de, terk edilmek için uygun ortamı yuvayı yapan bir kuş dikkatiyle hazırladım. (Terk edilmek yüzde elli terk edenin işi ise, diğer yüzde elli sorumluluk terk edilendedir). Sonra da kâh melankolik, kâh neşeli vurdum kendimi yollara… Açık denizlerde saklı adalarda kafamı kırıp roman okuduğum hamaklarda sallanmaya…
Bir sonraki ilişkiye kadar.
Oradan sonra hadi bakalım sar baştan.
Çünkü tatlı, saf gençlik günlerimde sanıyordum ki doğru insan karşıma çıkınca bütün sorunlar çözülecek. Hep yanlış taşa baltayı vuruyordum. Beraberliklerin ince ince işlenmiş dantel karmaşıklığındaki doğasından bihaber olduğum için hayatımın aşkını bulduğumda hiç kavga etmeyeceğim zannediyordum.
Nitekim bizim Bey’in benim için son durak olduğunu ilk görüşte anladım. Yok sevgilisi varmış, yok kronik hastalığı varmış, yok beni sadece arkadaş olarak görüyormuş… Hiçbirine kulak asmadım. Bildiğimin gerçekliğinden yüzde yüz emin olduğum o çok nadir anlardan biriydi; korku ve endişeden sıyrılmış bir zihin hali ile bekledim. O kadar emindim ki çaba bile göstermedim. Hatta biraz kaçmaya bile çalışmış olabilirim. Her zamanki ilişki modelimin işlemeyeceğini hissettiğim ve her insan evladı gibi değişmekten ölesiye korktuğum için, bizim Bey’in aklı başına gelene kadar ben de dağlarda, bayırlarda, açık denizlere saklı adalarda biraz gezdim.
Kısmet neyse o oldu işte. O aradı beni. Ben de hemen dünya çevresinde bir tur atıp yıllardır hasretini çektiğim kollarına bıraktım kendimi.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine mi?
Nerede?
Meğer film yeni başlıyormuş. Ben hep arada çıktığım için devamını da, sonunu da hiç görmemişim bu hikâyenin.
Meğer nikâhta keramet varmış!
Şimdi biliyorum biz evlenmeseydik, ben yine kendi yoluma gider, terk etmek ya da edilmek için uygun ortamı hazırlar sonra yine keçi gibi dağlara kaçardım. Ondan sonra da sar baştan.
İçinde keramet olan nikâha ben, sonuna kadar direndim. Direnmek ne kelime! Yeri geldi burun kıvırdım, yeri geldi yerden yere vurdum. Üniversitedeyken gazeteci bir arkadaşım benimle ve sınıf arkadaşlarımla evlilik üzerine bir röportaj yapmıştı da “Düğün, günümüzde işlevini yitirmiş, gereksiz bir törendir” demiştim. Sonra, her gazeteyi elinde büyüteci ile satır satır okuyan nenem benim bu demecimi görüp perişan olmuştu! Ölene kadar da benim gençlik ukalalığı ile ettiğim bu cümleyi tekrarladı durdu: “Defneciğim sen düğün için çağdışı bir müessesedir demişsin. Sevdiğin adamla evlenmek, onunla bir hayat kurmak dünyanın en güzel şeyidir, güzel kızım. Ha, bunu böyle bilesin!”
Bizim Bey bana evlenme teklif ettiğinde, gücünün kaynağını tam olarak hissedemeyen bütün kadınlar gibi ben de bana evlenme teklifi edilsin ama evlenmeyeyim istiyordum. Düşünün: Hayatının aşkı ile yıllardır birlikte olan bir kadın bunu söylüyor. Beni zenginleştiren, güzelleştiren, içinde tatmini ve mutluluğu bulduğum bir ilişkinin üçüncü yılındayım zaten. Başka bir adamda gözüm yok. Gözümün önünde ince, zarif bir pırlanta pırıldıyor. Kadife kutusunda. Karşımda dünyanın en şahane adamı… Bütün bunlara rağmen aklımdan “Teklifinizi biraz düşünmek istiyorum” cümlesi geçiyor mu?
Geçiyor tabii bre! O masallar, karşılarında yüzük gören kadınların göz yaşları içinde ayılıp bayıldığı filmler… yalan bütün hepsi.
Hayatımın aşkına “Evet” derken benim aklımdan geçen “Nihayet işte her şey yerli yerine oturuyor” muydu acaba? Yoksa, bildik kaçış kalıplarımdan mahrum kalınca benden öteye bakalım kim çıkacak diye merak ettiğimden mi gittim nikah masasına?
Nikahta sadece keramet yok, bir de cesaret işi!
Ya da benim için öyleydi.
O cesareti göstermesem, kerameti de göremezdim.
Nikâhın kerameti sadece ayrılmayı zorlaştırıyor diye değil. ( O da var) Ama bence esas keramet, aile ve dostların şahitliğinde iki kişinin bu ilişkiyi yürüteceğine söz vermesi. Modern toplumda iki kişinin beraberliğinin hiç de kolay olmadığını artık herkes biliyor. Beraberliği sürdürebilmek için çevremizdeki insanların desteğine ihtiyacımız var. Sadece hayatta yan yana duracaklarına dair birbirlerine söz veren kadınla erkeğin değil, o nikâh anına tanıklık eden herkesin gördüğü, tanıdığı ve kutsadığı bir bağ kuruluyor nikâh sırasında. Sadece kadınla erkek arasında değil. O ana tanıklık eden herkes arasında.
Bizim nikâhımızı ne bir din, ne de bir devlet adamı kıydı. Ailemizle dostlarımızın önünde, bu hayatta yan yana duracağımıza dair birbirimize söz verdiğimiz töreni bizi tanıştıran dostumuz Aisha yönetti. Annemle babama göre nikâhın devletler tarafından tanınan resmi bir tarafı bulunmaması kaygı vericiydi ama dünyanın en güzel noktasında gerçekleşen törenimiz bizim için yeterliydi. (Bürokratik sebeplerden dolayı birtakım defterlere de imza attık sonra. )
O sözü verdik diye erdik mi muradımıza? Çıktık mı kerevetimize?
Hayır.
İkimizin de bilmediği sularda ilerleyen bir gemi olan evlilik kurumunun her gün yeniden yeniden yapılan anlaşmalarda büyüdüğünü, zenginleştiğini anladık sadece. Kavgaların o kadar kötü şeyler olmadığını öğrendik. Muradına ersen de eski kaçış kalıpları bulduğu her çatlaktan pırtlayacakmış. Çamaşır makinesinden çıkan şeytan benimle konuşmaktan hiç vazgeçmeyecekmiş. (Ona uymak ya da uymamak benim vereceğim bir karar.) Dünyanın en harika kadını/erkeği de olsa eşimiz, sorunlar sürecek ama krizlerden şaşırtıcı bir dürüstlük ve çözüm çıkacakmış. Zaten sorun bende ya da ötekinde değil, ikimizin birden oluşturduğu dinamiğin kuşaklar ötesine dayanan kural ve inançlarında saklıymış. Kendimize ve ailemize bakmadan, içimizdeki huzursuzluğu temizlemenin imkânı yokmuş. Ama bu içe bakışta tek başına olmak da yetmezmiş çünkü ancak ötekinin aynasında görürmüş insan kendi suretini.
Keramet her müminde harikulâde bir halin meydana gelmesi demekmiş.
Kimse seni tamamlayamaz, iki yarım insan bir araya gelince bir tam insan etmezmiş.
Keramet de zaten iki yarımın eriyip birbirine karışmasında değil, iki tamam insanın toplamında saklıymış.