Kendimi büyük bir resim içinde küçük bir nokta olarak görebilme becerisine sahibim.
Kendi yaşadığım travma içinde boğulmuş değilim.
P ı n a r S e l e k
İncindiğimde iki tavır geliştirdiğimi fark ettim sevgili okur.
Bir daha incinmemek için kendimi korumaya almak; sertleşip, duvarların arkasında korunaklı bir yere sığınıp katılaşmak ya da kırılganlığımı kabul ederek, bununla rahat etmeyi; içinde gevşeyip-yayılıp onu dinleyebilmeyi araştırmak.
Acılar, incinmeler, yaralanmalar, parmaklıklar arkasındakilere zayıflığımızı, biçare kıvranışlarımızı belli etmemek için -ki üzerimize gelmeleriyle daha da kırılmayalım- bizi hapsederken katılaşmayı öğretebilir. Ya da başka bir yoldan bağ kurmamızı da destekleyebilir. Asıl bu bağ, gerçek tehlikelere karşı korunmamız için en güçlü eli verir bize.
Acı bir uyarı olduğu gibi aynı zamanda direncin mesajıdır. Bir duyguya, bir olaya gösterilen direnç bir yandan bizi korurken öte yandan daha da beter acılara sürükleyebilir. Bu ikisinden hangisini yaşayacağımız ise o acı hali ile ne yaptığımızla şekillenir; nasıl bir tavırla onunla ilişki kuruyoruz-kuramıyoruz. Hele bir de o duygu halini yaşamaktan kaçtıkça, “Acımıyor ki, acımıyor ki” diyerek ortalıkta dolandıkça, onu yok saydıkça vay halimize. O kendini hissettirecek bir yol bulur akar ince ince. Olmadı, daha sert ve en doğrudan yolu kullanır.
Yoga yaparken, bazen öğrencilerimi uzun süre bir pozun içinde tutarım. Bacakları yorulmaya başlar. Hemen bırakmak isteyen, oflayan puflayan, bana kötü kötü bakarken burnundan tıslamaya başlayanlar olur. Hemen çıkmak yerine o anki halden, içine doğru nefeslenip, sıktıkları yerleri fark etmelerini; direnç hissettikleri yerlere doğru gevşeyebilmelerini; gevşeyememe durumuyla temas kurmalarını; tepkilerini fark etmelerini; her ne oluyorsa -ki bu rahatsızlık da olabilir- o an içinde o an ile rahatlama imkânlarına açık olmalarını salık veririm. Bunu kendi uygulamamda da kendime hatırlatırım elbet.
Sıkıntı-gerginlik, siz o poz içinde gözlemleyen bir halde kaldıkça dönüşmeye adım atar. Hassasiyetle sebat ettikçe yoğunluğun siması denizin içinden yavaşça yüzeye çıkmaya başlar. Yoğunluk acıdan farklıdır. Acı tek bir noktaya vururken yoğunluk geniş bir alanı -acıya oranla- kapsar; o alana dağılır.
Duygularımızla kopukluk bedenimizle kopuklukla aynı şeydir kanımca. Bedenini hissetmekten uzaklaşmak hislerle de bağı koparır. Yoga bu bağı kurmak için bize en yakın ve en “kolay” çalışma alanı olan bedenimizi araştırmaya ortak eder. Bedenimizle temasa geçtikçe en ince his değişimlerini algılama kapasitemiz artar. Daha duyarlı hale gelmeye davet eder asanalarla çalışmak. Hassaslaştırır. Bu hassasiyet yoga sınıfından, mat üzerinden hayata dalga dalga yayılmaya başlar.
Yoga yaptıkça bedeninizde ağrılar sızılar baş gösterebilir. Ve belki önceden de olan bu hisler, siz duyarlılaştıkça daha belirgin olmaya başlar. Zaten omuzlarını sürekli sıkan birisi, sanır ki yoga onun omuzlarını katılaştırdı. Yıllarca bu veya başka bir gerginlik, kasılma, tutma, sıkma, bastırma içinde fark etmeden yaşayan insan yavrusu, yogayla hassaslaştıkça bedeninin sesini daha net duymaya başlar. Yani hisseden bir hal içinde yüzmeye başlamıştır artık. Gün içinde bedenindeki küçük, içten, alttan alta fısıltıları artık duymazdan gelemediğini fark eder. Ve evet bazen hissetmek hiç de “hoş” olmayabilir. İçerde akan, beden aracılığıyla farklı kıyafetler -hırpani, eski püskü, üşüten, batan, dalayan, sıkan, boğan, titreten, ateşlendiren, tıkayan, acıtan- giyerek bizimle ilişki kurabilir.
Konuyu dağıtmayayım. Acı, incinme demiştim değil mi? Yazılarımı okuyanlar bilir ben her ikisiyle çocukluktan beri biraz haşır neşirim ve bunu yazanlardanım.
Neredeyse bir aydır yoga asana çalışmıyorum. Bir ay öncesine kadar kendimi zorlayıp, kendi sınırlarıma anlayışsız davrandığım, sadece sonuca odaklandığım -bir pozu yapmak- bir süreç yaşamıştım. Yoga bir dinleme sanatıyken, itiraf edeyim ben bu dinlemenin hiçbir yerine uğramadan gözümü hırs bürümüş bir şekilde, canımı çıkara çıkara her gün çalışmıştım. Ardından kalça kemiğimle üst bacağın birleştiği yerde sancılar, sol kasığımda çekme başladı. At pozunda uzun süre ve rahatça kalan ben bacaklarımı kalça içinde birazcık bile dışa çeviremez hale geldim. Derste öğrencilere göstermek için poza anlık girdiğimde sancıyla -kimseye çaktırmadan- geri çıktım.
Bir gün iki gün. Yok, geçmedi. Canım sıkılmaya, daralmaya, hatta korkmaya başladım sayın okuyucu, bir daha kalçamı kullanamayacağım diye. Kızdım, öfkelendim, üzüldüm, karalar bağladım.
Ardından şunu fark ettim: Yolda yürürken, adım atarken, otobüse binerken, ders verirken kalçama ne kadar da nazik davranıyordum; nasıl da özenli ve dikkatliydim. En ufak bir fısıltısına bile kulak kabartıyor; gelen “dur-yavaşla-zarifçe-hissederek-hah tamam işte böyle” uyarılarını dikkate alıyor; beni yönlendiren ihtiyaçlarına, isteklerine anlayışla bakıyordum. Bayağı bayağı arkadaş olmuştuk kendisiyle. Kuraldışı’nda yaptığımız yoga bittikten hemen sonra pencereye konan iki yeşil papağanı gördüğümdeki aydınlık his gibiydi. Çok da tepki vermeden, abartmadan, ani-sert-keskin hareketlerden uzak durarak. Yoksa o papağanlar gibi kaçıp gideceğini seziyordum. Kalçamla yakınlık kurmaya yöneldim: “Tamam canım, böyle iyi mi, nasıl hissediyorsun, bu yavaşlık iyi geldi mi? Hah nefes istiyorsun, dur sana doğru yolluyorum… Tamam, tamam şimdi durdum, oldu mu?” yakınlaşmaları içine girdim. Yoga uygulamama yeniden bu hassasiyetle başladım. Yavaş, farkında, hissederek, kalçamdan gelen mektupları nezaketle açıp onunla orta yol bularak.
Kalçamda yaşadığım sancılar ve hissettiğim güçlü acı eğitti beni kendime doğru. Güçlü ve esnek bedenim var diye ortalarda gezinirken kırılganlığımı, incinebilirliğimi, “zayıflığımı” hatırlattı bana. Dinlemeyi, hislerime dokunmayı, bütün olarak kendimi algılama araştırmasını daha da arttırdı. Şimdiye kadar ne acayip pozlar çalışmış ama hiç sakatlanmamış, yara almamıştım. Her şeyin bir zamanı ve içinde hediyesi varmış sevgili okur.
Hastalık, kırgınlık, kalp yaraları, bedensel acılar… Uyanık olmazsak bütün dikkatimizi kendi alanlarına-zamanlarına akıtmamız için bizi tetiklerler. Ne olur bununla? Her şeye bu acı gözünden bakmaya başlarız. Acı kendine doğru ilgimizi çeker; bedenin belli bir yerindeki bu olaya öyle bağlanıp takılı kalırız ki bütünlüğümüzü hissetmekten adım adım uzaklaşırız. Bedenin tek bir parçasına odaklanırken, bütün bedenden-hislerden-yaşamın akışından bihaber parçalanırız. Bir parçamıza-hissimize, hassasiyet kisvesi altında tüm varlığımızı akıttığımızda, bedendeki bütünlük hissinden ayrılmanın, bedenin diğer parçalarına yüklenmenin getirisi başka yaralar-hasarlar ve böyle kısırdöngüler içinde savrulmalar doğurur. Halbuki, hem acı hissinin olduğu yeri, acı hissini algılayıp hem de daha geniş bir alana bakmayı denersek, bu biraz o kaosun içinden çıkıp dışarıdan bakmak gibi olur. Kaos içinde kaybolurken, füüüp diye dışına çıktığınızda o kaosun-acının büyük bir bütünün küçük bir noktası olduğunu ve bu büyük bütündeki desenin bir ilmeği-rengi olduğunu anlık bile olsa hissedebilirsiniz. Kendimizi acıdan ibaret sanırken; her anımıza bu his damgasını vururken; hayatı onun kulakları ile duyarken, onun da içinde bulunduğu geniş bir alana ilgiyi yayarak, o acıdan da, sorundan da, yaradan da ibaret bir dalganın değil daha büyük bir şeyin, bir okyanusun farkına varır; bu okyanustaki varlığımızı duyumsarız… belki. Acı bizi kör etmek yerine, gözlerin arkasından bakanın varlığına biraz daha yaklaştırır bizi… belki.
Bazı incinmelerinse sertleştirdiğinden bahsetmiştim size. İncinen bir yerimiz olduğunda, o bölgeyi kullanmamaya başlarız. Ağrı artmasın diye. Diğer tarafa abanır, sakatlanmış yeri korumaya çalışırız. O çalışmayan yerdeki bağ doku zamanla serleşip kemikleşmeye başlar. Acı geçse de hâlâ orada acı varmış gibi o bölgeye mesafeli dururuz; temastan kaçınarak, onsuz yaşamaya devam etme çabalarına gireriz. Tabii ki kastım, üzerine gidip acıta acıta devam etmek değil. O acıyan yerle bağlantıda kalmaktan, o yerle bağlantıdaki diğer alanları hep beraber algılama çalışmasından bahsediyorum. Bazen acının şifası, acıyan nokta değil onun bağlantıdaki belki de en uzak sandığımız başka bir nokta da olabilir. Yara alan yerimizi, kalbimizi harekete kapatmak, onunla ilişki kurmamızı engellemek yerine ihtiyaçlarını dinleyerek iletişime geçmek kastım.
Duygusal incinmenin sizce tüm bunlardan bir farkı var mı? Verilen tepkiler benzer değil mi? İlişki kurarken bile korumacı bir zihinle kendimizi kapatıp, gardımızı aldığımız olmaz mı? Yakınlaşma-incinme-reddedilme-beğenilmeme-onaylanmama-terk edilme korkusu ile doğanızı ifade etmekten çekindiğiniz, “güçlü, iyi, zeki, kimse beni kıramaz” maskelerini taktığınız hiç olmadı mı? Uzak, mesafeli, sert ve “Höt dur bakalım” beden-kelime-bakış diliyle ilişki kurduğunuz anlar ne yani azımsanacak kadar az mı sizce?
Yara almış bir yanımız, gizli, kuytu, karanlık, soğuk bir köşede bakımsızlık, ilgisizlik, sevgisizlik, havasızlık ve ışıksızlıktan mutasyona uğrayıp, ilk halinden bambaşka hallere bürünebilir. Hiç olmadık zaman ve mekânlarda, hiç olmadık insanların karşısında içimizden lönk diye çıkabilir.
Koruna koruna, insanlardan kaça gizlene eve getirdiğimiz o yumuşak, naif yanımızla baş başa kalınca, çaresizce yalnızlık içinde kıvranmaz mıyız? Yalnızlığın ağır kokusuyla küflenir tazeliğimiz; acıları yaşamama-acıları göstermeme-acıların hatıralarıyla kurulan hikâyelerden uzaklaşma çabaları içinde. Dalgalarla boğuşmaktan, herkesle, her şeyle mücadele etmekten bitap düşerek eve gömülmez miyiz her gün her gün? Tatsız, hissiz, donuk, mekanik, demirden külçe misali ağır, taştan sert, gücü göstermelik ve içten içe bunu bilip daha da bilenip, kılık değiştiren yanımızla kılıçları kuşanıp dışarıya sallamaz mıyız, saldırmaz mıyız? Saldırırız elbet. Pek iyi, âlâ da canım okur, zayıflığımızı bastırmak için savaş meydanına her gün çıkarak, kazansak da yuvamıza kaybetmiş dönerek… sonra ağlamaz mıyız? Ah ne iyi olur ağlasak, bağıra bağıra, salya sümük, haykıra dövüne kendimizle baş başa… Ağlamayız, bağımlılıklarımıza sarılır biraz daha uyuşur ve kaçarız dış dünyadan. Dışarıdan mı dedim, yok yok içerdeki o halden, acıdan, kederden, korkudan, öfkeden bir daha acıtılmaktan, acı çekmekten.
İncinmelerin, acıların, yaraların, sakatlanmaların, hastalıkların, kayıpların, terk edilişlerin, hayal kırıklıklarının, küskünlüklerin, şiddetin, utancın, suçluluğun, kaybedişlerin içinden geçmenin yolu yok mu? Var elbet, olmaz mı? Kendi tecrübelerimden öğrendiğim ve uygulama yolunda öğrenci olduğum yollar:
Hepsine tek tek selam verip, hal hatır sorup, varlıklarını kabul edip, onlarla hemhal olmak. İçlerinde birikmiş zehri emerek boşalmalarına yardım etmek. Yaralarının içindekini akıtmalarında, ardından gelen temizlik pansuman evresinde, gerekli iyileşme sürecinde, onlarla kalmak; hizmet edip, saygı duyup, mümkünse arkadaş olmak. O zaman, düşman sandığımız, kaçtığımız, savaştığımız, gizlediğimiz, korktuğumuz hal, görünenin ardındakini göstermeye başlar bize. Acı yoğunluğu, derinleşmeyi, hassasiyeti, cömertliği, açıklığı doğurur kendi içinden. Kötü paket içindeki hediye gibi. Onu yaşamamak için kendimizle onun arasına ördüğümüz duvarların, dikenli tellerin her şeyden, herkesten önce tenimize batarak bizi kanattığı anlardan nasıl da süzülüp çıktığımızı fark ederiz. Onlar düşman olup yolu tıkamak yerine dost olup yolumuzdan çekilirler, yolumuzu açarlar; varlıklarının ışığını bize katıp, daha da özgür, cesur, yaşam coşkusuyla, içten gelen doğal bir güçle yollanmamızı desteklerler.
Kalçalarım böyle buyurdu, ben de araştırmaya devam ediyorum değerli okur.
Sevgilerimle.