Hafızamın arşivinden bir film…

Bugün 29 Ağustos 2010. Öğretmen Akademisi Vakfının düzenlediği çalıştayın ardından İstanbul’dan Bolu’ya dönüyorum. Elimde Gregory David Roberts’ın Shantaram kitabı; yedinci bölümü ikinci kez okuyorum. Tam gözkapaklarım ağırlaşırken otobüsün camından bir reklam panosu görüyorum bir an: “UĞUR…” yazısı beni gönlümün güncesinde on sekiz yıl geriye götürüyor. Hafızamın arşivinden yine aynı film seçiliyor. Daraldığım, enerjimin azaldığını hissettiğim anlarda, geriye sarıp sarıp, tekrar tekrar izlediğim şu film…

1994’ün eylül ayı. Kız kardeşimle birlikte işlettiğimiz özel kreş ve gündüz bakımevinde kayıt dönemi. İki çocuklu bir aile çalıyor kapımızı. Baba konuşuyor sürekli. Doktor önermiş; yaşıtları ile birlikte olması küçük oğullarına yararlı olacakmış. Küçük oğlan kaşları çatık anlamsız ancak ritmik bir mırıldanma ile sürekli ileri geri sallanıyor. İletişim kurmaya çalışınca sallanması hızlanıyor. Burun akıntısı ve salyalar birbirine karışmış, silmeye yeltenmiyor. Tepkisiz. Tuvalet eğitimi yok. Bezleniyor. Yaş dört buçuk. Adı…?

O bizim uğurumuz. Kod adı “Uğur.”

Trajik bir öyküsü var Uğur’un; aslında bütün ailenin trajedisi. Ailenin ilk çocuğu sağlıklı, ortaokula gidiyor, oldukça başarılı. Anne öğretmenlik yapıyor o zamanlar ve ikinci bebeğe hamile kalıyor. İkinci bebek spastik doğuyor. Anne, bebeğine daha iyi bakabilmek için istifa ediyor ve eve kapanıyor. Tanıyanlar anne kızın evden hiç çıkmadığını; kimseyle görüşmediklerini anlatıyorlar. Arada bir balkona çıkarlarmış sadece. 1993 yılının yaz aylarında, annenin içeride olduğu bir anda kız balkondan düşüp ölüyor. Ama cenazeye gelenler başka bir sürprizle karşılaşıyorlar. Ailenin üçüncü bir çocuğu daha olduğu anlaşılıyor. En yakın akrabalar dâhil herkes şaşkındır.

Uğur, varlığından kimsenin haberi olmayan üçüncü çocuk. Ablasının ölümü, Uğur’un bizimle tanışmasına kadar giden süreci işletmeye başlıyor. Uğur’un arada bir yakaladıkları bakışlarından yola çıkan eş dost anneye baskı yapmaya başlar. Uğur’un anne babasının düşündüğü gibi spastik olmama ihtimali üzerinde dururlar. İstanbul’da bir merkeze gitmeye ikna olur anne.

Sonuç: Yaşıtlarıyla birlikte olursa, onları biraz geriden de olsa takip etme olasılığı var. Öğrenme güçlüğü çekebilir ama özveri ve sabırla ilkokula gidecek duruma gelebilir. Uğur hakkında daha detaylı bilgi almak için bazı testlerin zaman içinde uygulanması ve sürecin takibi gerekmektedir.

Ne o zamanlarda ne şimdi düşündüğümde onu kuruma kabul etme cesaretini nasıl bulduğumuzu anlayabilmiş değilim; çok büyük sorumluluk ve özveri gerektiren bu işin altından kalkamamak olasılığı daha yüksekken üstelik. Bildiğimiz tek şey ailenin bizden başka seçeneğinin olmamasıydı.

Yasal gerekçeler ve çalışanların rızası için süre istendi aileden. Bakıcılardan birinin Uğur için daha fazla emek ve zaman harcaması, ayrıca aşçının çiğneme ve yutma refleksi gelişmemiş olan Uğur’a özel besinler hazırlaması gerekecekti. Bu da ciddi bir sorumluluk alma ve gönüllülük demekti.

Süreç tamamlandı ve Uğur’un bizimle, bizim Uğur’la farklı, zorlu ve belirsiz serüvenimiz başladı.

Daha ilk günlerde artarak devam etti kaygımız. Birinci gün her şeye kapadı kendini. Her iletişim çabamız onda güçlü bir duvara çarpıp geri döndü. Giderek şiddetlenen mırıltılar ve sallanmalarla aslında tepki verdiğini anlayana kadar. İkinci gün ortak tavır konusunda çalışanlarla görüş birliğine varıldı. Evdeki rutini kopyalanacak, bize güven duyduğunu hissedene kadar da bu sürdürülecekti. Altı aynı saatlerde değiştirildi. Yemeği evde yediği saatlerde ve annesinin tariflerine yakın hazırlandı. İlerleyen zamanlarda Uğur’un biyolojik saatinin ne kadar dakik olduğunu ve ne kadar kusursuz işlediğini gördükçe başlangıçta aldığımız bu kararın yerinde olduğunu görüp sevindik. İlk gün çektiğimiz karşılıklı sıkıntılar ikinci günden itibaren azalmaya başladı. Yemeği reddetmedi. İlk gün yemek saatinde yaptığı gibi iletişime kendini kapatmadı. Yere yatıp kollarını göğsünde bağladığında yemeği de hazır onu bekliyordu. Tabii ki bakıcı annesi de. Üstelik her kaşık yemeğin ardından parmağıyla çenesine dokunarak ona yutmasını hatırlatmayı da biliyordu bakıcısı.

Uğur’la çıktığımız serüven yaklaşık sekiz dokuz ay sürdü. Güven duygusunu kazandığımıza inandığımız iki haftanın ardından, Uğur’un biyolojik saatine yeni bir ayar yapmak gerekiyordu. Yavaş, yavaş ve hissettirmeden olmalıydı. En azından arkadaşlarıyla aynı saatlerde yemek yemesini ve uyumasını sağlamamız gerekiyordu ki bu da en az iki haftalık bir dönem demekti.

İkinci aya girerken Uğur’un sallanıp mırıldanmalarının azaldığını; sıklıkla çevresini incelediğini; nadiren de gülümsediğini gördük. İzlendiğini ve birinin kendisi ile ilgilendiğini gördüğü zamanlar sallanma ve mırıldanma başlıyordu. Fotoğraf çekme alışkanlığıma Uğur da alışmış ve artık tepki vermeyi bırakmıştı. Bu benim Uğur’u odaklayarak fotoğraflamamı kolaylaştırıyordu. Ancak bakıcısının değişmesine hâlâ tepki veriyordu. Yavaş ilerlediğimizi düşünmeye başlamıştık. Uğur’un yaşıtlarına yetişmesi kaba bir hesapla zor görünüyordu.

Yanılmıştık…

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı hazırlıkları yapılırken, dikkatle ve yüzünde hafif bir gülümseme ile izlediğini gördük. Etkinlik masalarının olduğu salona girmeyen Uğur’un kapıdan bakarak, herhangi birinin kendisine baktığını fark edene kadar izlediğini gördük.

O hafta, bir gün diğer çocuklar etkinliklerini tamamlayıp oyun salonuna geçtiklerinde, Uğur’un süratle gelerek sulu boyaların olduğu masaya oturması; fırçayı alıp ucunu avucunun altına gelecek şekilde kavrayarak kâğıtlar delininceye kadar boyaması; ismiyle o günün tarihinin yaptığı resme yazılmasını heyecanla beklemesi; sonrada dönüp etkinlik panosuna bakarak bize “Benimkini de asın” mesajını iletmesi; panonun karşısına dikilip resimlerini izlemesi anlatılır bir an değildi.

Merak duygusunun ardından hızlı bir değişim başlamıştı. Gruba katılma konusunda hâlâ gelişme yoktu. Merak uyandığını düşünmemize neden olan davranışı ise şarkılara söz olmadan mırıldanarak eşlik etme çabasıydı. Ve hâlâ kimsenin onu görmemesi gerekiyordu.

Sonra bir gün aniden yerinden kalktı. Gurubun oluşturduğu dairenin içersine girdi. Kollarını havaya kaldırdı. Sözlerini söylemeden mırıldanarak şarkının ritmine uygun, sallanmaya ve hafifçe kendi etrafında dönmeye başladı. Herkes anlaşmış gibi tepkisiz kaldı. Zira davranışı tekrar etmesi buna bağlıydı. Davranış tekrarlandı. İnanılmaz bir şekilde aynı saatlerde oynanan müzikli grup oyunlarında.

Uğur’un neyi canlandırdığını anlamak, onunla iletişim yollarından birini daha keşfetmekti. Fotoğrafları incelerken, onun Ormancılar oyununu seçtiğini fark ettik; aynı saatlere denk gelen iki oyun dışında hep Ormancılar oyununda daire olmaya hazırlanırken ortaya giriyor; ortada durarak hep aynı “şeyi” canlandırıyordu. Uğur ağaç oluyordu! Üstelik ormancıların kestiği yaşlı kütüklerden değil; Genç, mutlu bir ağaç.

Resim yapmaya; mırıldanarak şarkılara katılmaya ve ağaç olmaya devam etti. Mayıs ayı geldiğinde aynı bakıcı olmak koşuluyla tuvalet alışkanlığı kazandı. Bakıcısı tuvalete getirdiğinde yaptı. Kendisi ihtiyacına ilişkin mesaj vermedi ama altına da kaçırmadı. Yaptığı resimlerde daha az yırtık vardı. Renkler çeşitlenmeye başlamıştı. Daha canlı renkler kullanıyordu. Yemeğini masada oturarak yiyor, menüsü giderek çeşitleniyordu. Üstelik kaşık tutmaya çalışıyor, bakıcısı da ona destek veriyordu.

Önce sınıf içinde ağaç modeli ile gruba örnek gösterilerek alkış aldı. Utanma davranışları gösterdi. Gülümsedi. Yılsonu gösterisinde ormancılar rondu oynanacak ve Uğur da orada ağaç canlandıracaktı. Ailesi çağrıldı. Dosyası getirildi. Resimleri gösterildi. Fotoğraflar gösterildi.

Aileden gelmesini beklediğimiz tepkiler ne yazık ki yoktu. Önce tepkisizlik, ardından ilginç bir şekilde gösterilen huzursuzluk davranışlarından sonra anne babadan öfke ile karışık bir tepki geldi: “Bizi bu saçma sapan resimler için mi çağırdınız!” cümlesi ile başlayan ve annesinin “Acıya saygınız yok mu? Ben evladımı kaybettim siz yılsonu eğlencesinden bahsediyorsunuz” vb. suçlama cümleleri ile son buldu. İletişime kapalı olan bu kez Uğur değil anne babaydı. O ana kadar yüzünde utangaçlıkla tebessüm arasında bir ifadeyle oturan Uğur’un yüzü birden yere döndü ve mırıldanma ile hızlı, ritmik sallanma geri geldi.

Ertesi gün Uğur başladığımız yere geri dönmüş olarak geldi. Sürekli sallanıyor, mırıldanıyor, her iletişim çabasına şiddetini arttırarak karşılık veriyordu. Altına yapıyor, yemek saatinde yere yatıyor ve kollarını göğsünde bağlayıp ağzını açarak bekliyordu; oyunlara katılmıyor ve indirdiği bütün duvarlarını yeniden daha sağlam inşa ediyordu.

Hatice Ablamız!

Şehrin ebe ablası; insanlara iyilik yapmayı yaşam felsefesi haline getirmiş, çocukları bitmez tükenmez bir kaynaktan gelen sevgisiyle sarıp sarmalayan; çocukların deyimiyle “çılgın kadın.” Özel günlerin eğlencesi, çocukların neşesi Hatice Ablamız. Uğur’un özel durumu nedeniyle onunla olan ilişkisini sınırlandırdığımız, yüreği sıcak, sevgi dolu insan.

Uğur’a ulaşmak için ne yaptıysa başaramayan Hatice Abla o duvarlara çarpıp durmaktan yorulunca yanına oturup Uğur’u taklit etmeye başladı. Uğur hızlandı, Hatice hızlandı, Uğur daha çok hızlandı, sesini yükseltti. Hatice de daha çok hızlandı, sesini yükseltti. Birden Hatice “Eeee…!” dedi yüksek sesle.. “Gidiyorum. Madem bana küstün ben de gidiyorum. Bir daha da gelmeyeceğim.” Hızla kalktı. Koşarak odadan çıktı. Ayakkabılarını giydi. Arkasına bakmadan bahçeye, oradan bahçenin dışına çıktı. Bahçe kapısını sıkıca kapattı, sokağa çıktı. Uğur da arkasından onu takip etti. Ben de arkadan Uğur’u takip ederek çıktım. Çalışanlara işaret ettim. Müdahale etmemeleri için.

Uğur bahçe kapısına kadar geldi, kapıyı açamadı. Kapının demir parmaklıklarını kavradı. Boynunu büktü.

“HATİCE… DİTME!”

Uğur’un ağzından çıkan ilk sözcüklerdi. Çok uzun gelen sessizlik… Hatice dondu kaldı. Arkası dönük. Uğur bekliyor, ben de bekliyorum. Hatice Ablamızın omuzları sarsılmaya başladı. Boğazımda düğümler var, ben konuşamıyorum. Hatice yüksek sesle, “Biri bir şey mi dedi? Sanki öyle gibi geldi de…” dedi arkasını dönmeden.

Uğur ikinci ve son kez konuştu.

“HATİCE DİTME!”

Hızla döndü Hatice koştu kapıyı açtı. Sarıldılar. Sesli sesli ağlıyordu. “Gider miyim oğlum? Seni bırakıp gider miyim?”

Uğur başını Hatice ablasının boynuna gömmüş, sıkı sıkı sarılmış duruyor. Ben hâlâ yerimde çakılmış duruyorum. Sanki en ufak bir şey büyüyü bozacak.

O haftanın sonunda, cuma günü babası Uğur’u alırken, bütün eşyalarını da toplamamızı istedi. Sorun neydi, neler oluyordu anlamadık; anlatmadılar; gittiler. Sevincimizi paylaşamadık, dinletemedik bile. Ve Uğur bir daha gelmedi.

23 Nisan 1997. Yer şehir stadyumu. Çocuklarla birlikte protokolde belirlenen yerimizi aldık, bekliyoruz. Sağımızda bir okul, diğer okullar da solumuzda sırasıyla. Hemen sol taraftaki okulda “o” var. UĞUR… Kafası önünde, salyaları akmış. Boyu uzamış. Yüz aynı ve yine çok zayıf. Boğazım bir kez daha düğümleniyor. Yavaşça karmakarışık duygularla yanına yanaşıyorum. Çömelip, elimle başını okşayarak, “Uğur… Merhaba oğlum… Ben seni çok özledim” diyorum.

Uğur hızla başını çevirdi. Yüzü o muhteşem gülümsemesiyle parladı. İçimi bin bir kır çiçeğinin birden açtığını hissettiren bir sevinç kapladı. Sonra koşarak sıradan çıktı. O zaman fark ettim annesine koşuyordu. Eteğini çekiştirdi. Tekrar koşarak yanıma geldi. Başını sol elimin altına soktu. Ve annesine elleriyle fotoğraf çekme hareketi yaparak “fotoğrafımızı çek” mesajı verdi. Anne donuk bir şekilde fotoğrafı çekti, sonra yüksek sesle ağlamaya başladı: “Ben ne yaptım… Ben ne yaptım…”

Nereden gelmiş olursak olalım hepimizin içinde akan bir nehirdi bu.
Kalbin ve kalbin arzularının nehri.
Hepimizin gerçekte ne olduğunu ve neler başarabileceğini gösteren şaşmaz bir doğru.

Gregory David Roberts
Shantaram

Share This