Ben elli yaşıma basmak üzereyim…
Sabahın o tatlı, o en derin uykularından panikle uyanıyorum.
Elli tane üç yüz altmış beş gün, altı saat… Yaşanmış yığınla gün, elli sene mi?
Bütün gün aklımdan uzaklara göndermeye çalıştığım; “Ne zaman, ne zaman, ne kadar çabuk?” dediğim. Kendimi geçen senelerin içinde bulamadığım ama geçmişim dediğim zamanlar. Kayıp zamanlar, kaybolduğum zamanlar.
Yaşayamadığım anların birikmişliği mi beni yataktan itilmişçesine ayağa kaldıran? Zaman mı geçip giden? Biz değil miyiz bu zamanda bir süreliğine misafir olan? Peki ben neresinden geçtim, “geçmişim” dediğim, bu tükettiğim… tükendiğim zamanın? Neresinde tükendim? Sorular, sorular, sorular… Yığınla fotoğraf karesi, film şeritleri. Burada gülümsemişim. Bir diğerinde düşünceli. Poz vermişim bazılarında, yanımda kalabalıklar. Hangisinde başrol benim? Hangisinde kendim için objektifin karşısındayım? Hangi kare benim için çekildi? Yoksa, yoksa figüran mıyım? Hep mi figürandım? Kendi zamanımda, kendi hayatımda, kendi senaryomda…
Kendi senaryom! Ben mi yazmıştım bu filmi? Yok canım. Ben yazsam başrol benim olurdu…
… Küçüktüm. Öğretildim. Büyüklerine saygı… Saygı?
… Küçüktüm. Eğitildim. Saygı=hizmet… Hizmet?
Kendini unutmak, başkaları için yaşamak, adanmış olmak demek. Evinin en güzel odasını “başkalarına” ayırmak, “başkalarının” her an gelebileceğini düşünerek daima en temiz, en bakımlı, en konforlu tutmak demek. Özlediğin, yaşayamadığın, hizmetini yaptığın boş, bomboş odalar gibi; geçmişte bıraktıkça boşalttığın anılar, kayıp zamanlar, yaşadıkça hesaba katmadığın alacaklı zamanlar demek. İstediğin halde yaşayamadığın, boş odalar gibi; en güzel anıyla dolmayı bekleyen değerli bir resim çerçevesi demek. Boş anılar, bomboş yürekler demek.
Yürek demişken acaba bundan mı benim gönlümü boş tutmam. Başkaları gelip yaşasın diye? Bana kendimi unutturup, onun için yaşayabileceğim biri gelip tahtıma otursun… Geçmişte olduğu gibi.
…Büyüdüm. Öğretildim. Küçüklere sevgi… Sevgi?
…Büyüdüm. Eğitildim. Sevgi=Hizmet… Hizmet?
Koruyup, kollamak gerek. Sevmek peşinden koşmak demek. Geceleri onun için uykusuz kalmak, sabah uykunu almışsın gibi devam etmek demek. Tekrar, tekrar, tekrar… Yine, yeniden.
Otuzlu yaşlarım…
İkili eğitim yapan bir okulda kırk iki saat derse giriyorum. Yüksek lisans yapıyorum. Ve kocamı çoookkkk seviyorum. Ailemi seviyorum. İşimi seviyorum, iyi de bir öğretmenim. Buna yürekten inanıyorum. Araştırmayı, öğrenmeyi, okumayı da çok seviyorum. Her şey ne kadar mükemmel ve sevgi ile bezenmiş öyle değil mi?
Gün ağarmadan kalkıp okula gidiyorum. Akşam yüksek lisans derslerine katılıyorum. Eve geldiğimde, kocamın sevdiği yemekleri yapmaktan zevk alıyorum. Ona en güzel, en özenli sofraları kuruyorum. Sonra çalışıyorum. Okulla ilgili planlar, ders araçları, materyaller, yüksek lisans dersleri de var. Bu arada eşimi ihmal etmemeliyim. Hem gönlünü hoş tutmalı, hem de yalnız bırakmamalı, ayrıca; her şeyini ütülü, temiz ve düzenli tutmalıyım. Evim de temiz olmalı, düzenli olmalı. Bu arada kocam misafiri çok sever. Her an benim haberim olmadan eve misafir getirebilir. Malum benim yaptığım yemeklerle çok övünür. Ailemle de ilgilenmeliyim. Babam yaşlı ve rahatsız. Kaynanamı da ihmal etmemeliyim.
Kendimi sürekli bir yerlere yetişirken, gelen telefonlarla, haberlerle oradan oraya koştururken, birilerine yardım etmeye çalışırken buluyorum. Çalan telefonlardan korkmaya başladığımı hatırlıyorum. Zamanın yetmediğini, gün bittiğinde de “yapmam gerekenlerin” hiçbirinin yetişmediğini görüyorum.
Olsun canım, ben sevdiklerimi mutlu ettikçe mutlu oluyorum. Ben sevdiklerim için bir şeyler yapabildikçe güçleniyorum. Ben bir sorunu çözmek için yapabileceğim şeyler varken, yapmadıklarım için vicdanımla hesaplaşmak istemiyorum. Ben karşılık beklemeden yapmayı seviyorum.
Hani bir şarkıda, hayat hep son sözü söyler ama benim de cümlelerim var, diyor ya! Benim cümlelerim de bunlar hayata dair.
Bu senaryoyu ben yazdım. Öyle bir senaryo yazdım ki figüran oldum kendi hayatımda. Öyle bir senaryo ki darmadağınım kendi zamanımda. Kayıplarım var, sevdiklerim. Yaşayamadan kaybettiklerim. Şimdi yerlerini dolduramıyorum. Hiçbir yere de sığamıyorum.
Keşkelerim var, her ne kadar inkâr etsem de. Pişmanlık keşkelerde değil elbette; keşke deyip geçmişin külünü dövüyorsan havanda, pişmansın. Keşke deyip geleceğinden siliyorsan yanlışı mesele yok. Ben havanda dövenlerdenim.
Her insan kendi dünyasının merkezidir. Ben kendi dünyamın çemberine girmeye çalışıyorum ellisinde.
Şimdi yüreğim kalmış zamanın birinde. Bir başka zamandan mantığımı yitirip çıkmışım; bedenim ise, ellisine gelmeye yüz tutmuş nüfus kaydına göre. Bakıyorum bir şey yok. Bakıyorum çok şey var. Bakıyorum zaman yok. Dönüyorum yaptığım bir şey de yok kendi adıma.
Ve dilimden dökülen mısralarda bulunuyor suçlu: “Hayat”
HAYAT DAĞITIR BAZEN
Hayat bazen çok üstüne gelir insanın,
Yorar da yorar…
Bazen yüreğini bir yana koyar,
Bedenini alıp götürürsün bir başka yere.
En acıtanı da bu belki de!
Yüreğin bir yerdeee,
Bedenin başka bir yerde.
Bazen yüreğin bir yerde olmak ister,
Beynin başka bir yerde.
Bedeninse nedense…
İkisine de en uzak yerde.
Kimi zamanda toplarsın bir araya,
Bakarsın yüreğin boş,
Bakarsın düşüncen yok hiçbir konuda.
Bedeninin ise nerede durduğunun,
Önemi yok böyle zamanlarda.
Gülümsemelerinin gözlerine erişemediği,
Yüreğinin kelimelere ilişmek istemediği yerdesindir.
Susarsın; susmak kör kuyu olur,
Çıkacak yol bulamazsın.
Çıkmak da istemezsin, bazen suskunluğundan…
Bir dost ararsın…!
Bir dost!
Sorusuz, cevapsız…
Sessizce suskunluğunu paylaşacak.
Bazen dağılırsın,
Uzundur dağılmaların zaman dilimleri.
Hep öyle olur zira!
Dakikaların altmış saniye olmasının önemi yoktur.
Uzar durur zamanlar.
Hayat dağıtır bazen,
Dağılırsın…
Yüreğin bir yerde,
Aklın başka bir yerde,
Bedenin ayrı bir yerde …
Topladığında her birini;
Bütün etmez parçaların,
Bir daha bir araya gelmez sanırsın.
Bazen dağılırsın işte!
Dağıtır bazen hayat.
Kendimi unuttum, kendi zamanımın bir yerlerinde. Artık hükümsüzüm.