Son zamanlarda yaratım, yaratıcılık üstüne epey bilgi topluyorum. Yaptığım çalışmalarda rastladığım en temel konu da bu. Ruhun yaratıcı ifadeye duyduğu özlem; ilk telaffuzda bu, sınırlı bir alan içerisinde, sadece dans, sinema, yazı gibi değerlendiriliyor. Aslında burada görünenin ardında büyük bir mesaj saklı. Altında çeşitli başlıklar var, en temelinde de cesaret!
Cesaret, kendi gerçeğimizi bulmanın ve bulurken yaratılan dünyamızın ateşidir. Hiçbirimiz diğerlerimizden ayrı, farklı değiliz; dışarıdan farklı gözüksek de farklı yetenekleri ön plana çıkartmış olsak da özümüzde tek ve biriz. Hepimiz aynı yaratıcılığa sahibiz; kimimiz kelimelerle, kimimiz notlarla, kimimiz bedeninin salınımıyla açığa çıkarır kendini. Ama bu sadece bir kısmıdır, en büyük yaratım, kendi gerçeğimizi kurmaktır. Üstelik buna her insan muktedirdir.
Sanatın her parçası anın içinde gizlidir; evrenin kendine ait bir ritmi vardır, onla salınırsanız müziği duymuş, dansa eşlik etmiş olursunuz; gördüğünüz her kare, çerçevelerin dışına taşan resimlerdir ve o gün ağızlardan çıkanlar en edebi eserdir.
Yaratım belki de en büyük sihrimiz, nasıl kullanacağımızı tam kavrayamadığımız üstün bir güçmüş gibi sihrimizden korkar, gerçekten yaratmaktan geri dururuz. İşte cesaret burada bir omuz atar bize; “Her şeye rağmen, tüm zarafetinle ayağa kalk. Kalbini yanına al” der. Kalbin devreye girmesi çok anlamlıdır. Latincede “cesaret” kelimesi, “cor” kelimesinden türetilmiştir ki bu “yürek” demektir; cesaretin kaynaklardaki karşılığı da hep yürekli diye çevrilir. Esnek ama güçlü, durmandan her an çarpan yürek, ruhun ucundan ucundan dışına yaklaştığı güvenli, kontrollü alanın dışıdır biraz. Oysa cesur olup kendi seçimlerinle kendi hayatını dokumak, kendini bilmezlik olarak yaftalanmıştır yıllardır. Gruptan ayrılmak bir nevi korkutucu bir başkaldırıdır kalanlar için. Kanatlarını açmaya, kozadan çıkmaya hazır kelebekler bu kolektif inancı değiştiriyor; “ben”ler dönüşürken birler dönüşüyor; denetimin azledildiği dünyalara doğru kanat çırpıyorlar, “an”da gerçekleşen hayatlara doğru… Çünkü an, kalptedir, hislerdedir, dengedir; işte burada birlik ve barış vardır. İçten dışa yansıyan O’dur.
Balzac’ın bu konu ile ilgili çok güzel bir tanımlaması vardır; burada sanat kelimesini sınırlandırılmış kalıpların içinde algılamadan, hayal gücünün ve yaratıcılığın ifadesi olarak, yani düşlerin gerçeğe dönüşümün temsili olarak okuyun. Her yaşamın bir sanat eserine dönüşmesine izin vermek için şimdi kanatlarımızı çırpalım ve tüm sınırların ötesine uçalım.
‘’Sanatın övgüyü en fazla hak eden niteliği cesarettir… Elbette ki güzel çalışmalar planlamak, bunların hayalini kurup tasarlamak hoş bir uğraştır ama üretmek, doğurmak, onu büyütmek için uğraş vermek, karnını doyurup yatırmak, her sabah sonu gelmez bir annelik sevgisiyle onu yataktan almak, temizlemek, defalarca üzerinden yırtıp attığı güzel kıyafetleri bıkmadan giydirmek, bu çılgın hayatın tuhaflıklarının cesaretini kırmasına izin vermemek, eğer bir heykelse tüm gözlere, bir kitapsa tüm zihinlere, bir resimse tüm anılara ve bir şarkıysa tüm kalplere ulaşabilecek bir başyapıt haline getirmek, işte hayata geçirmek budur. Zihnin yaratıcı anları peş peşe gelmez. Sanatçı kendini eserine tıpkı taarruza geçen bir asker gibi hiç düşünmeden atmıyorsa ve atladığı bu boşluğu, kayaların altına sıkışan bir madenci gibi kazmıyorsa o eser asla tamamlanamaz, olduğu haliyle kalır, üretimi imkânsız bir hal alır ve sanatçı ona her baktığında kendi becerisinin intiharını görür. ‘’
Balzac
Işık Olsun.