Uzun yaz tatili boyunca yüzlerce aile geldi köye. Tanıştığım herkes neşeli, güler yüzlü ve birbirinden iyiydi. Bu sene çocuğu ilkokula başlayacak olanlarda endişe vardı sadece. Kendi çocukları, yeğenleri altmış altı ayı yakalayanlar… Bir o kadar da ziyarete gelen öğretmenler endişeli idi.
Konunun politik yanıyla ilgili bir yorum yapmak istemiyorum. Sevdiğim bir deyiş vardır, “Kötüyü dilleyip kötüyü çağırmayın” diye. Ben kendi tahsil hikâyemi paylaşayım sizinle.
1 Mart 1968’de, Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde doğdum. Oysa Mayıs sonları imiş beklendiğim tarih… Zavallı anneciğim, edebiyat öğretmeni Behiye Nurcan Kaftancıoğlu; çalıştığı Fatih Kız Lisesi’nde ders verirken sancılanmış. On dakikada yetiştirmişler hastaneye. Yedi aylık doğmuşum bendeniz… Uçarak gelen babamın “Kız oldu!” çığlıkları, sevinç gözyaşları ve buna çok şaşıran hemşirelerin bakışları altında…
Hazırlıksız yakalandıkları için benden iki buçuk yaş büyük abimin giysileri içinde eve götürmüşler beni. İş sorumluluğu ve öğrencileri, hayatındaki her şeyin üstündedir annemin. İzin falan almamış haliyle… İki gün dinlenmiş evde, üçüncü gün devam etmiş görevine. Okulda sağılıp biberonlar ile eve yetiştirilen sütler ile büyümüşüm.
“Ebem” derdik, rahmetli babaannemiz baktı bize. Kars’tan geldi. Her fırsatta da Kars’a gönderildik onunla beraber. Gel zaman git zaman abimin ilkokul zamanı geldi çattı. O yedi yaşında, ben dört buçuk… Abimi ne denli seviyorum, anlatamam. Biliyorlar ondan ayrılamayacağımı, gizliyorlar bu ilkokul işini. Sonunda ben bir duy, anla… Duvarları yıkacak kadar ağladım. Feryat, figan… Ne annem ikna edebildi beni, ne babam, ne komşular… “Abim gidemez, giderse ben de giderim.”
Çocuklarının kulu, kölesi sevgili babacığım; abimin yazıldığı İskenderpaşa İlkokulu’na gitti. Bir süre benim de abim ile birlikte sınıfa girmem, fasulyeden ortalıkta dolaşmam, duruma alışınca da kovalanmam konusunda ricacı oldu. Bu ricayı geri çevirmeyen Müdür Bey’i, bugün bile minnet ile anarım.
Okulun ilk günü abimde siyah önlük, bende siyah önlük ve çanta, harika bir fotoğrafımız bile var. Bulursam paylaşırım bir gün. Mübeccel öğretmen… Adını gayet net hatırladığım, hakikaten “öğretmen” olan bir kadın idi. Anne şefkati ve ilgisi ile kırk kişilik sınıfı, özellikle de beni sarıp sarmaladı.
İkinci gün bitti, üçüncü gün bitti… Evde konuşuyorlar fısır fısır, “Yapamayacak, edemeyecek, bir haftaya kalmaz eve gelecek” diye. Duyuyorum ben de üzerimdeki hain planları. Artık hırsımdan mıdır, abimin yanından alacaklar korkusundan mıdır nedir; annemle babamın düşündüğünün aksine, derse, kitaba, deftere, fasulyelere, yazı kartlarına en çok ilgiyi gösteren ben oldum. Çabamı görüp halime acıyan okul müdürü babamı çağırdı. “Ümit Bey senin kız abisini de bırakmayacak, okulu da…” demiş. Özel bir izin ile dört buçuk yaşımda ilkokul bir kaydımı resmi olarak yaptılar. Maarifte okuyup hazırlık sınıfı vb. ile karşılaşmayınca beş sene ilkokul, üç sene Esentepe Ortaokulu, üç sene de Beşiktaş Kız Lisesi derken 1983-1984 döneminde; on beş buçuk yaşımda İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’ne, sınavda derece yaparak girdim.
Ben dünyanın en güzel çocukluğunu yaşadım. İlkokul boyunca özel bir bodyguard ve çanta taşıyıcısı (sevgili abim) sahibi oldum. O dönemleri hatırlamaya çalıştığımda aklıma gelenler içinde en çok güldüğüm şeylerden biri; çocukların kendilerini ilkokula getirip götüren kadınlara “Anne” dediklerini görmekti. “Anne…?”
Canım annem Behiye Nurcan Kaftancıoğlu, o kadar asil, o kadar adalet duygusu sahibi bir kadındı ki çocukluğumuz boyunca okuldan dönerken bize ne hediye getirirse, aynılarını sokaktaki oyun arkadaşlarımıza da getirirdi. Sokağın başında elinde birkaç elma ile onu gören çocuklar da “Öğretmen teyzeee, öğretmen teyzeeee!” diye bağırırlardı. Biz de “Öğretmen teyzeee” diye bağırdık, öyle bildik onu. Bütün çocuklara eşit tavır takınmayı ilke edinmiş o kadına “Anne” dememiz gerektiğini, ancak ilkokulda anladık. :
Annemin evde de kendine has bir disiplini vardı. Okuldan döndükten sonra öğrencilerin yazılı kâğıtlarını okur, öğrencilerinin her birinin tek tek nasıl gelişebileceğini düşünür, her biri için ayrı ayrı planlar yapardı. Bize karşı duyduğu sorumluluğun aynısını kendilerine de duyup hayatlarının yapıtaşlarını elleriyle kurduğu o çocukların çoğu, büyüyünce önemli birer yazar, bürokrat, profesör, siyasetçi, çokuluslu şirket yöneticisi, konsolos vb. oldular. Ben annemin sonsuz sabrını, adalet duygusunu, anneliğini, eğitmenliğini, hayatın içindeki tüm canlılara duyduğu sevgisini bizzat bu insanların ağzından dinledim yıllar yıllar sonra. Bir kez daha hayran kaldım, kızı olduğum için bir kez daha çok büyük gurur duydum.
Şımarma ihtiyacımı da çocukluğum boyunca babam fazlasıyla karşılayınca şükür ki, hiçbir eksik hissetmedim kendimde.
Demem o ki altmış altı aylık paniği yapmayın. Üzülmeyin, lütfen strese girip bu stresi çocuklarınıza geçirmeyin. O kadar akıllılar ve her şeyi o kadar hızlı öğrenip uyum sağlıyorlar ki bunun da üstesinden rahatlıkla gelecekler; inanın.
Üzerinde duracağınız şey düzgün beslenmeleri, düzgün uyumaları; sabah kahvaltılarını en azından bir tost, bir yumurta, bir bardak taze meyve suyu ile yapmaları olsun. Okulları seçerken yemek programlarını en önemli kriterlerden biri olarak görün. Okul aile birliklerinde faal olup gerekirse bu menüleri siz düzenleyin. Hazır pizza, donmuş patates, tavuk kroket, kakaolu fındık bilmemnesi gibi hakikaten iğrenç şeyleri yedirmelerine müsaade etmeyin. Kantinlerin, en azından yemek saatlerinde kapalı olmalarını talep edin. İnternet büyük bir imkân… Blog’larla, gruplarla okul yönetimlerine baskı kurup kantinlerden gazlı içecekleri, şekerli, soyalı saçma sapan ürünleri kaldırtın. Okullara, eğitimcilere saygınızı elbette koruyun ama çuval dolusu para döktüğünüz özel okullar, bu paranın en azından yüzde beşini beslenme bütçesine ayırmak ve çocuğunuzu doğru düzgün beslemek zorundalar. İstemekle kalmayın, şart koşun.
İzmir’de, sadece soyulmuş salatalık gibi şeyler satan okul kantinleri olduğunu öğrendim geçenlerde. Neden tüm kantinler böyle olmasın ki?