Babam beni kendisinin rol modeli olarak yetiştirdi. Kendi hayatında zorluğunu çektiği şeylere karşı güçlü olmamı isterdi. Babam, hayatı göçlerle, gece gündüz çalışarak ve zorluklarla geçmiş bir insan. Beni de hep zorlukları aşmaya ve başarıya odakladı ve kodladı.  O, benimle, yeniden doğmuşçasına, o zor geçen hayatının “daha kolay versiyonunu” yaşayalım istedi belki de; ama bana çocukken büyük zorluklar yüklediğinin farkına varmadı. O günlerden beri, hayatımın omurgasında hep başarı odağı, başarı korkusu ve geleceğe dönük evham var.

Babam farkında olmadan beni başarılı olup kazanmaya o kadar şartlandırmıştı ki, sadece başarma uğruna kendimi bile tehlikeye attığım çokça olay hatırlıyorum. “Ben”i başarı odağımın arkasına koymak, kendimi koşulsuz sevmemi zorlaştırdı.

Ben babamı severek değil, ondan korkarak büyüdüm. Kendisi otorite ile büyütülmüş; sıkça dayak da yermiş. Bize de otoriter davranırdı. Bugün onu seviyorum, ama ondan olmasa da, onun dayattığı hayattan zaman zaman korkarak yaşıyorum.

Çocukluğumda bana özgüven pompalama adına “Sen kimin oğlusun?” lafını kaç kez duydum bilmiyorum.

Çocukluğum Bursa’da geçti. İlkokulun ilk günü tüm öğrencileri okul bahçesinde velileriyle toplayıp bir konuşma yapmışlardı. Sonra “haydi sınıflara” dedi bir ses; çocuklar adeta bir kuzu sürüsü gibi hep birlikte çığlıklar atarak merdivenlerden çıktı ve okula girdi. Bir tek ben annemin yanından ayrılmak istemiyordum. Annem ise beni çimdikliyordu. (“Rezil olduk” düşüncesinden başka bir şey değildi eminim).  Babamın kızacağını söylüyordu. O gün beni zorla da olsa o binaya soktular sanırım sonradan. Ama ben bir daha okulu hiç sevmedim. O akşam annem olanları anlatınca babam beni kucağına alıp popoma sertçe birkaç kez vurmuştu.  Belki de düpedüz dayak yemiştim. Benim okula ya da hayata başlangıcım böyle oldu.

Babam akşamları eve geldiğinde, ben mutlaka odamda ders çalışıyor olurdum. Arabasının dizel motorunun sesinden, arabası sokağa girdiğinde ben silkelenir ve kendime çeki düzen verirdim. O beni elbette severdi; ama bunu göstermeyi pek bilmezdi. Kendisi de görmemiş ki. Odama kapımı çalarak girer ve bana sadece “Nasılsın oğlum; bugün okul nasıl geçti?” diye sorardı. Ben de o anda toparlanır, ders yapıyor havasına girer, sonra o gidince salardım.

Akşam yemeklerinde de sanki matemdeymişiz gibi bir şey konuşulmazdı evde. Yemek biter ve anneme teşekkür edip kalkardık; sanki birer yabancı gibi. Başka bir eğlence, hobi yaşatmadı babam bana; sormadı da, paylaşmadı da.  En azından ben pek hatırlamıyorum öyle bir hatıra. Çok çalışıyordu ve hep çalışıyordu.

İlk gün sonuncu olarak girdiğim o okuldan son gün birinci olarak çıktım. Anadolu Liseleri ve Kolejler sınavında, sadece okul birincisi değil, Bursa birincisi de olmuştum. Sınav iki basamaklıydı. İlk basamakta Bursa ikincisi olmuştum. Bursa birincisi başka bir okuldandı. O gün okul arkadaşlarımızla kenetlenip bu çocuğu geçeceğiz diye söz verdik. İkinci sınavda ben Bursa birincisi oldum, o çocuk ikinci oldu. Diğer arkadaşlarım sözünü tutamamıştı; ama ben “gerekeni” yapmıştım!

Okula gazeteciler geldi; çiçekler, fotoğraflar. Annem mutluluktan uçuyor. (E be kadın sen beni 5 sene önce şurada çimdiklemiyor muydun?! ?). Bir fotoğraf düşünün; arkamda 130 kişilik bir sınıf; herkes gülüyor ve şaklabanlık yapıyor. Çoğu çocukluğunu yaşıyor; o resimde zorla gülümsemeye çalışan tek tük insanlardan biri, en öndeki benim.

Babam da çok mutluydu tabii. Net hatırlamıyorum ama bana hediye olarak bisiklet almıştı galiba. Hatırladığım sahnede ise, birkaç gün sonra arabaya bindiğimde, “Aç bak torpido gözünde sana gelmiş bir şey var” demişti. Bakmıştım, sınav sonuçlarının zarfı, içinde de bir puan yazıyor ve Türkiye derecesi kutusunda 8 rakamı. Türkiye çapında da 8. olmuşum. Eminim pek çoklarınız ebeveynleri ile böyle bir sahneyi yaşasanız, omuzlarında falan olursunuz. Ben babamın yan koltuğundaydım ve gülümsediğimi dahi hatırlamıyorum. Sevinmiştim elbette, ama belli edememiş dahi olabilirim. Benim için başarılı olmak normdu ve olması gereken olmuştu sadece. Babam o gün torpido gözünü bana açtırıp kendince sürpriz yapmıştı; ama tebrik etse de bana sarılmadı.

Kimilerine kalsa, belki de o gün benim en mutlu günüm olmalıydı. Ama yıllar sonra anladım ki, o gün benim en kötü günlerimden birisiymiş. Başarı korkusunun, mükemmeliyetçiliğin etiketi yapışmıştı daha o gün üzerime ve üstünden 30 yıl geçse de, o çıtanın ağırlığı altında ezilmemek için patinaj yaptım durdum. O çıtayı daha ne kadar ileriye götürebilirdiniz ki?

Mükemmeliyetçilik, başarı korkusu, aşırı analiz etme, olayları akışına ve oluruna bırakmama, kontrol düşkünlüğü ve detaylara takılma gibi takıntıların bana getirdiği yükler giderek ağırlaştı. Sol beynimin tutsağı ve başarılarda duyarsız olmuştum. Bir yarış atı gibi, başarıları geride bırakılan engeller şeklinde algılamaya alışmıştım.

…Küçükken tatillerde arkadaşlarım yazlığa giderken, babam zorla sabahın köründe kendi işine götürürdü beni. Çoğu gün bomboş oturup telefonun çalmasını beklesem de, orada olmak sorumluluk bilincimi yükseltecekti. İşe erken yaşlarda gitmenin fazlasıyla faydasını da gördüm hayatta; ama boş otururken sıkıldığımı umursamaması da yaratıcılığımı baskılamıştır.

Babam ortaokul ve lisede de desteğini esirgemedi!  “Arkadaşlarınla takılmak insana sadece zaman kaybettirir. İngilizce öğrencisinin 5 dakika dahi boş vakti olmaz” derdi bana. Bir ara okulun futbol takımını kurmuştuk; krampon alma isteğime olumsuz cevap verip “Sen derslerine çalış, bunların sana bir faydası yok” deyip almamıştı.  “İsviçrelilerin bir lafı vardır; insanlar kıyafetlerine göre karşılanır, bilgilerine göre uğurlanır” derdi hep. Bilmek, çalışmak ve daha fazlasını öğrenmek adına kodlanıp durdum hep.

Bir iki ders haricinde ders çalışmayı da sevmezdim. Büyük hedefler dışında basit sınavlara kolay odaklanamazdım. Ama o çocukluktan kalan “rakamsal çıta” beni hep yukarı çekiyordu. Ya da “aşağı mı” demeliyim?  Notlarım iyi olmalıydı diye yukarı dedim.  10 üzerinden kendiliğimden belki de 5-6 alacağım bir sınavda, bununla yetinmeyip 7-8-9 almak için sınav boyunca kopya çekerdim. Bununla da yetinmez, sabahın köründe okula gelip, çift dikiş okuyan tiplerle gizlice öğretmenler odasına girip tırnak masasıyla hocaların dolaplarını açıp sınav sorularını çalardık. Sabahları ben evden erkenden çıka çıka, bu durumdan kıllanan babam, bir sabah okul müdürüyle birden aniden sınıfa girdi; bendeki paniği düşünün. Kafasınca beni takip edip bizi basmış; neyse ki biz oturuyoruz. O gün kesat geçmiş; herhalde soruları alamamışız. Hala anlatır bu hatırasını hayran hayran; “Baktım Mert orada arkadaşına ders anlatıyor” diye. Haa, evet baba, sabahın o saatinde; senin eserin!..

Üniversite sınavında bile kopya çektim sonradan. Hep hazır olan bir şeyleri bir yerden bir yere kopyalaya kopyalaya ifade yeteneğim de köreldi!  Bugün hâlâ buna hayıflanırım.

O zamanlar üniversite sınavına girerken tercihler sınav öncesi yapılıyordu. Bir kararım ya da isteğim yoktu meslek olarak. Okulda başarılıydım; ama körelmiştim. Sınavdan önce son gece duşta “güyya” tercihimi yaptım. Yani babamın kararını aldım. Onun mesleğini yazmıştım. Başka bir şey görmemiştim ki o yaşıma kadar. Mühendis olmak makbuldü; herkesin beklentisi de bu değil miydi zaten? Benim bir beklentim dahi oluşmamış. Kendi hayatım var mıymış ki? İçimdeki minik sesin kumandası da babamdaymış hep meğer.

Üniversite bittiğinde de babam “Mastıra Amerika’ya gitmeni çok arzuluyorum. Hayattaki en büyük hayalim” derdi; neyse ki o hayali benim isteğimle de örtüştü ?. Amerika’da şehrin dışında oturduğumdan, kış koşulları ağır ve mesafeler uzak diye, ekonomik koşullarını zorlayan babamı güç bela ikinci el bir araba almaya ikna etmiştim. Güya bu arabayla evlere pizza dağıtacak ve para kazanacaktım. Arabamı aldığımın ertesi günü talihsiz bir kaza yaptım ve araç kullanılmaz hale geldi. Ama bunu altı ay annemle babama söyleyemedim. Ciddi bir sakatlık, fizik tedavi, ameliyat, sigorta, avukat ve mahkemelerle boğuşma şeklinde, yoğun ve ağır bir süreç geçirdim. O zamanlar Whatsapp, Skype falan da yok. Beni haftada bir Pazar günleri ararlardı. Aradıklarında, “Araban nasıl?” dediklerinde, “Güzel” deyip telefonu kapatıp hüngür hüngür ağlardım. İlk zamanlarda arabaya ağlıyordum. Ama sonra sağlımın, aile ve vatan hasretimin derdine düştüm. Bir bacağım sürekli sekiyordu. Haber versem, gelip korkup, kıyamayıp beni tedavi için Türkiye’ye götürürler diye çekiniyordum. Orayı sevmiştim ve başarmalıydım. Babamın en büyük hayali idi ve ona arabayı alırken de “bir okuldan kabul belgesi almadan dönmeyeceğimin” sözünü vermiştim. O sözü de tuttum! Ama 22 yaşında büyük bir tecrübeyi tek başıma yaşayarak… Hayatımın en zor dönemlerinden biri olmuştur.

Altı ay sonunda iyileşmiş, arabanın parasını sigortadan geri almış, mahkemelerde aklanmış birisi olarak döndüm Türkiye’ye. Ha tabii altı tane okuldan kabul belgesini de almıştım. O sene yaşadığım travma ve yalnızlık beni güçlendirdi belki de; ama başarma uğruna o manevi ıstırabı çekmeye değer miydi?

Babam borç almayı sevmezdi; “Ayağımızı yorganımıza göre uzatalım; biz hep yokluk gördük” derdi; halen telefonda hâl hatır sorarken “Sizde bir şey yok inşallah” der; “bir yaramazlık, kötülük yok” anlamında. Hep negatiften bakar yani, kötü bir şey duymama ümidiyle. “Sizde yeni bir şey vardır inşallah!” dediğini duymadım hiç.  “Kıtlık bilinci…” Hep kötü bir şey olmadığına şükretme ve olmamasını dilemenin esiri olmuş.  Yıllar sonra fark ettim ki bu, bana da yapışmış.

Hayal kırıklığına uğrayamazdım. Hep en iyi, en başarılı, en az hatalı olmalıydım.  Bugün risk alma konusunda cesaretsizlik yaşayabiliyorum. Hayal kırıklığına uğramayı sevmediğim için, bazen risk alıp rahatlık alanımdan çıkarak potansiyelimi ortaya çıkarma konusunda yeterli cesareti göstermeyebiliyor, bir şeyi yapmadan önce ondan emin olma ihtiyacını duyabiliyorum. Böyle durumlarda kendimi cesaretlendirip fazla temkinli olmayı bırakınca, özgürlüğümü daha fazla hissediyorum. Bolluk bilinci ve çekim yasası gibi kavramların önemini yeni yeni farkediyorum.

Babam uzaktan da olsa ilişkilerime de müdahale ederdi. Annem ve babamın eşim hariç hiçbir ilişkimi de onayladıklarını hissetmedim; ama 18’inden sonra onları bu seçimlere karıştırmadım da zaten.  20 yaşımda bir kere kız arkadaşımla çaktırmadan gittiğim bir tatile onunla gittiğimi öğrenmiş ve beni “anneannen hasta, durumu ağır” diyerek apar topar tatilden geri döndürmüştü. “Bir şey olur, kız başımıza kalır, kimin kızı, neyin nesi belli değil” diye.  Babam bu şüpheyle beni birkaç kez arabayla da takip etmişti. Bu ajanlıklar ve hafiyeliklere ne gerek vardı? Keşke zamanında daha fazla kucağına alsaymışsın be baba!

Kendi hayatım?

Babam da marifetmiş gibi duygularını bastıran birisi.  Benim de düşünsel yapıda olmam, duygusallığımın ve hissetme gücümün zayıf olması şeklinde tezahür etse de, ben bastırdığım duygularımla barışma yolunu seçtim ve yokuş dik olsa da bu yolda kararlı adımlar atıyorum.

Kendime yarış atı kimliğinin zorunluluklarını yükleyip çıtayı hep yüksekte tutmam, yapmam gerektiğini düşündüğüm ya da sandığım şeylere yetişememe duygusuyla birlikte bende derin bir boşluk ve huzursuzluk hissi yaratabiliyor halen.  Yaptığım şeyde sevinç, rahatlık ve hafiflik yoksa, zaman şimdiki anı örtüp karartıyor ve yaşamı bir yük ya da bir mücadele olarak algılıyorum. “Anda” değil, gelecekte ve varsayımlarla yaşamak, evham, kaygı ve endişe duygularımı da besleyebiliyor. Ben de bu sarmalda, aile, iş, sosyal hayat, hobiler gibi hayatımın temel bileşenleri arasında daha sağlıklı, sürdürülebilir, etkisel ve besleyici bir denge kurmakta zaman zaman zorlanabiliyorum…

Bir şeyle savaştığımda, kendimle birlikte daima savaştığım şeyi de daha güçlü kıldığımı görüyorum. Sürekli hayat şartlarını iyileştirmeye çalışarak huzuru bulamıyorum; onu, yalnızca gerçekte kim olduğumun farkına vararak bulabileceğimi anladım.

Yaşamaya başlayacağım ânı bekleyerek hayatımı geçirdiğimi; yaşamın zihnimin zannettiği kadar ciddi bir şey olmadığını; yaşama sevincimi doya doya yaşayamamamın, mutsuzluğumun birincil sebebinin, içinde bulunduğum durumlar olmadığını, benim bu durumlar hakkındaki düşüncelerim olduğunu fark ettim.  İnsan olmanın, egodan “BEN”e dönüşümün, diğer bir deyişle gerçeği yaşamanın, inanmaktan bilmeye geçişi gerektirdiğini, “idrak” ve yaşam sevincini tam boyutta hissedeceğim canlılık düzeyine giden bu yolun ise özsaygımı yükseltmekten, farkındalığımı artırmaktan, paylaşmaktan ve deneyerek bilmekten geçtiğini öğrendim. Zevk her zaman dışardaki şeylerden elde edilse de neşenin içten yükseldiğini anladım…

Bu nedenledir ki, yaptığımız şeyin çok önemli olduğunu düşünüyorsak, her gün ciddiyetimizden mutlaka bir süre uzaklaşacak kısa tatiller yaratmamız gerektiği inancındayım. Ciddiyet, elbette kendimizi önemli hissetmekten gelir; ancak şu varoluşta, toz zerresinden başka bir şey olmadığımızı; yarın birden yok olacak olursak, en yakınımızdaki bir avuç insan dışında 8 milyara yakın insanın ruhunun bile kıpırdamayacağını ve dünyanın kusursuz akışına devam edeceğini; öyleyse yaptığımız işin ne kadar önemli olduğunun bu hayatta en önemli şey olamayacağını bilmeliyiz. Yaşamımızı birazcık gevşetmeliyiz. Daha fazla gülmeli, çevremizdeki insanlarla haşır neşir olmalıyız. Çok da önemli olmadığını düşündüğümüz şeyleri yapmalıyız. Çok önemli şeyler değil, basit şeyler… Basit şeyleri yapmamız çok önemli.

Yaşamımızda yaptığımız çok önemli şeylerde çok ciddileşiriz, öyle değil mi?  Yaşam hakkında ölümüne ciddi olmayalım. Yaşam sadece bir oyun. Zaman ise bir illüzyon. Yani geçmişe veya geleceğe ne kadar çok odaklanırsak, mevcut ânı, yani asıl değerli olan şeyi o kadar kaçırmış oluyoruz.  Şimdiki zaman, sahip olduğumuz tek şey olduğuna göre, şimdiyi hayatımızın odağı haline getirmek ve şu anı içerdiği her şey kendimizin seçimiymiş gibi kabul etmeye başlamak, üzerimizden büyük bir yük alabilir.

Şimdiki anı onurlandırır onurlandırmaz, tüm mutsuzluk ve mücadelenin ortadan kalktığını, yaşamın sevinç ve huzurla akmaya başladığını görürüz. Şimdiki anın farkındalığıyla davrandığımızda, yaptığımız her şeyin bir nitelik, özen ve sevgi duygusuyla dolduğunu fark ederiz.

Bugün halen babamın izleri hayatıma yoğun bir şekilde tesir etse de, ekonomik bağımsızlığımı sağladığım günden bu yana, kendimi genel olarak da bağımsız ve özgür hissediyor, “kendi hayatımı” yaşıyorum. Hayatımda istediğim işlerde çalıştım. İstediğim kişiyle evlendim ve istediğimiz zaman bir çocuğumuz oldu. Hayatım boyunca, hobilerimin ve tutkularımın peşinden gittim. Kendimin ve başkasının inanç, değer ve fikirlerine saygı duyuyor ve değer veriyorum. Akıl ve bedenime sevgi ve saygı duyuyorum. Esnek, uyumlu, yaratıcı, olanakları ve fırsatları zorlayan, düştükçe hızlı kalkabilen, sürece odaklı olup “aslolan yolculuktur” diyebilen birisiyim.

Kendisiyle temas halinde, farkındalığını artırmaktan haz duyan bir birey olarak, Kuraldışı eğitimlerinin ışık tuttuğu bireysel gelişim yolunda keyifle yol alarak, kendimin sürekli daha iyi bir versiyonu olmayı kendime amaç edindim. Bununla birlikte, hayatın sunduğu imkân ve güzellikleri ailemle paylaşmayı, eşim ve oğlumla kaliteli zaman geçirmeyi, oğlumu kendi hayatını yaşaması için özsaygısı yüksek bir birey olarak yetiştirmeyi çok önemsiyor ve önceliklerim arasına koyuyorum.

Metin Ülgen

 

Share This