Geçen ayın üç haftasını İstanbul’da geçirdim. Öyle çok şey yaptım, o kadar çok insanla görüştüm ki üç hafta bana üç aymış gibi geldi. Sonunda koşturmaktan bitap düşüp uçakta hastalandım. Otobüs misali tıkıştığımız kabinde üç dakikada bir düzenli olarak hapşırarak mikrop yaydım. Portland’daki evimize vardığımda ilk iş kendimi yatağa attım. Ondan sonraki üç gün boyunca da çıkmadım.
Şimdi dönüşümün üzerinden bir hafta geçmişken nezle izleri hâlâ mevcut ama sabahları kafelere gidebilecek kadar iyileştim. İstanbul’dan buraya her dönüşümde içine düştüğüm derin boşluğun ruhumu karartmaması için gayret ediyorum sadece. Bu boşluk hissi ve beraberinde gelen kederin sahici duygular olmadığını, uyarılmaya bağımlı zihnimin İstanbul’un hareketli, canlı, dertli, keşmekeş hayatından sükûta ve yavaşlığa geçişte çıkardığı arızaları olduğunu bilecek kadar çok yaptım bu yolculuğu. Buranın sakin ve huzurlu temposundan şikayet etmek, koşturarak kendisi ile yüzleşmekten kaçınan benliğin boşluğa düştüğü andaki telaşı aslında.
Geçen ayın yazısı için düşündüğüm ama sonra karışan ve kızışan gündem sebebi ile askıya aldığım, kendine değer vermeyen erkeğe tutkun kadınlar karşısında aldığımız şefkatten yoksun tavırla ilgili yazıma nihayet başlayabilirim. Önümüzdeki ay da hem üzülüp hem de mutlu olabilir miyiz sorusu etrafında dolanacağız.
Kadınlardan başlayalım.
Son aylarda hayatıma üç adet hikaye girdi. Hikayelerin hepsi farklı yaşlarda ve yapılarda ama üçü de pırlanta gibi akıllı, güzel, zeki kadınların onlara kıymet vermeyen erkeklerle yaşadığı ilişkilerle ilgiliydi. Bu kadınlar benim öğrencilerim oldukları için kriz anında ilk olarak bana danışıyorlar. Yoga hakikati örten perdelerimizi açarken, öğrencinin kapıldığı çaresizlik anlarında hocanın yol göstermesi adettendir.
Pırlanta kadınlardan bir tanesi birlikte olduğu erkeğin onu devamlı eleştirdiğinden, yargıladığından ve hatta aşağıladığından bahsediyor. Seni çok seviyorum diyor amma kavga ettikleri günün gecesinde kendini sokağa atıp bir diğer güzelle eve döndüğü de bir değil, pek çok defalar tekrarlanmış bir hadise. Bana bu hikayeyi anlatan genç öğrencimden yirmi yıl ileride bir noktada durduğumdan olayı gayet net bir şekilde görüyorum. Görüyor ve çok sevdiğim öğrencimin böyle bir cendereye sıkışmasından da ayrıca korku duyuyorum.
Dilimin ucuna gelen ilk tepki, neredeyse bir refleks gibi “Bu adamı derhal terk et; vay edepsiz, vay ahlaksız; senin gibi akıllı bir kadının böyle bir ilişkide ne işi var?” demek. Neyse ki yıllar süren yoga eğitimi bize dilimizin ucuna gelen ilk tepki ile söz arasına, kısacık belki saniyenin binde biri kadar kısa bir sürede durmayı öğretmiş. O yüzden önce söylemeye hazırlandığım cümlenin zihnimin içinde yankılanmasını bekliyorum. O yankılanırken ilk fark ettiğim şey sözlerimdeki şefkat yoksunluğu oluyor.
SAYFA-BOLUMU
Neden şefkat yoksunluğu diyeceksiniz şimdi. Öğrencimin biran önce kendine kıymet vermeyen adama olan bağımlılığından kurtulmasını ve mutlu olmasını istemiyor muyum? Tabii istiyorum. Ama o da istemiyor mu bunu? O da istiyor. Benim gördüğümü o da görmüyor mu? Tabi ki görüyor. Görüyor ama kopamadığı, bırakıp sonra yeniden ve yeniden ona döndüğü için içine düştüğü çaresizlikten dolayı benim kapımı çalmış zaten. Ben annesinden, komşu teyzesinden ve bütün yakın arkadaşlarından duyduğu ve “Ben senin iyiliğini istediğim için…” ile başlayan ve aslında epeyce sözlü şiddet içeren monoloğu bir kez daha tekrarlayarak ona yardımcı olabilir miyim?
Hayır. Olamam. Bir de üstüne, alttan alta “Vay senin gibi harika bir kadın böyle bir adamdan yakasını kurtarmayı beceremiyor” mesajını vererek onda suçluluk değilse bile bir yenilmişlik hissinin doğmasına sebebiyet vereceğim.
Ne yapacağım o zaman?
Aklı selim kadınların pek çoğu huzurun kendilerini aldatan/yargılayan/eleştiren/aşağılayan ya da kendileri ile karılarını aldatan erkeklere duydukları bağımlılıktan kurtuluşta olduğunu bilirler. Ama bu bağımlılık tıpkı sigara, alkol, uyuşturucu bağımlılığı gibi bünyeden çıkarıp atılması kolay bir şey değildir. Psikologlar bu tip bağımlılığın çocuklukta, ailede, anne baba dinamiklerinde oluştuğunu, çocuğun hayatının ilk yıllarında soluduğu ilişki biçimlerine hayatının sonraki evrelerinde bağlanma potansiyeli olduğundan bahsediyorlar. Yani çocuğunu ihmal eden ya da ona kendini değersiz/önemsiz hissettiren bir ebeveynin çocuğu, büyüdüğünde ona benzer hisleri yaşatacak olan insanlara ve durumlara kapılmaya daha yatkın oluyor.
Zihnimde yankılanan dilimin ucundaki sözlerime bir kez daha kulak verdim. Ne diyor?
“Sen daha iyilerine layıksın. Bu adam kötü. Sık dişini ve bu ilişkiden alnının akı ile çık!”
Her bir cümlem hüküm içeriyor. Kime göre kötü? Kime göre iyi?
Hüküm neyin tersi? Merakın.
Yarasının alevi ile kavrulan bir insan bize geldiğinde aslında en çok şefkat istiyor. Nasihat bahane. Geçen yazıda şefkatin merak ile başladığından yazmıştım. O halde nasihatin yerini merak alsa?
SAYFA-BOLUMU
Başladım sorulara.
Bu ilişkide seni mutlu eden şey nedir?
Bitersen en çok neyi kaybetmekten korkuyorsun?
Sevgilin seni eleştirdiğinde kendini nasıl hissediyorsun?
Bu duyguya aşina mısın? Başka nerede yaşadın bu duyguyu?
Her bağımlılık gibi yıkıcı ilişki bağımlılığına karşı mücadelede de kişinin iradesi kadar ona destek veren insanların sabrı ve anlayışı önemli yer oynuyor. Karşı tarafın yaptıklarını tekrar tekrar anlattırıp, “Vay eşek, vay ahlaksız” gibi durumu büsbütün kızıştıran laflar etmek ya da karşı tarafı anlamaya çalışma yolunda “Ama onun da bir hikâyesi olmalı, onu da anlamaya çalışalım,” gibi nemlendirici sözler söylemek de “Ben bunları hep senin iyiliğin için söylüyorum”lardan farklı bir etki yaratmıyor.
Dilimin ucuna gelen sözleri yuttuktan sonra sahiden merak ettiğim sorular sorarak bu kimisi evli, kimisi evsiz adamlarla yaşadıkları ilişkilerden nasıl bir fayda sağladıklarını öğrenmeye çalıştım. Çünkü kimse bir fayda sağlamıyorsa o beraberliği sürdürmez. En yaralayıcı ve aşağılayıcı ilişkilerde bile insan o ilişkide kalmayı sürdürüyorsa bir ihtiyacı karşılandığı için orada duruyordur.
İhtiyaçlarımızın bir diğeri tarafından değil, sadece kendimiz tarafından doyurulabileceğini aklımızla değil, tüm benliğimizle kavradığımız zaman ötekinden beklediklerimiz minimuma iner. Ayrıca yıkıcı ilişkiler gibi bir konuda sorulan doğru sorular sayesinde karşı tarafın aslında bu ihtiyaçlardan hiç birini karşılamadığı da ortaya çıkar.
Geriye sadece korku kalmıştır.
İnsan içinde gizlice büyüyen korkusunu bir defa fark etmeyegörsün cesaret ufukta belirmiş demektir.