Bizim devrin devrimi benliklerin evrimi olsa gerek.

Her devrin gençleri içine doğdukları düzeni yıkıp, yenisini kurmak için heyecanlanırlar. Gençlerin heyecanı ve dönüşüme inancı hep aynıdır ama her devrin devrimi önceki kuşağınkinden farklıdır. Bizimki toplumsal değil, bireysel boyutta gelişen bir devrim ama bütün toplumu etkiliyor.

Hindistan’da kaldığım aşramda Yoga Felsefesi dersi veren hocamız söylemişti: Bu âlemin devranı her bir ruh aydınlanana kadar sürecek.

Kısacası herkes er ya da geç tamama erecek. Her insanın özünde iyilik var. Bütün mistik ekoller bu konuda hemfikir. Bazı insanlar o iyi özleri ile haşır neşir yaşıyorlar, bazılarındaysa hatlar kopuk. Her halükârda öz orada orta yerde duruyor. Hatlar tamir olduğunda, her benlik özüne -iyiliğe- bağlanacak ve bütünlüğün farkına varacak.

Kişinin kendini daha iyi ve daha mutlu bir hayata doğru taşıma çabası, elbette çağımıza has bir durum değil. Bütün insanların nihai amacı zaten mutlu olmak. Mutluluğun dış dünyanın değil de iç dünyanın dönüşmesi sonucunda geleceğine dair inanç insanlık tarihi kadar eski.

Şimdi ne değişti o halde?

Eskiden bu inanç, marjinal bir şeydi. Dağlardaki keşişler, manastırlardaki rahipler, tekkelerdeki dervişler mutluluğu içe dönüp ararlardı. Bugün içeriden “düzeltme” yapmadıkça, dış dünyanın sonsuz imkânlarının sultanları bile mutlu etmediği hepimiz tarafından bilinen ve kabul edilen bir gerçek haline geldi. Mutlu olmak için kendimizi tanımamız gerektiğini anladık. Annelerimizin çağındaki, “ben deli miyim ki terapiste gideyim?” görüşü bizim kuşağımızda, “kendi hakkımda bilmediğim bir şeyler var ve bu işin uzmanı benliğimin karanlıkta kalmış köşelerine ışık tutabilir”e dönüştü.

Benliklerin evrimi bir süreç ve bu süreçte hepimiz aynı noktada durmuyoruz. Bazılarımız kendini daha iyi tanıyor; eksikliklerimizi giderme konusunda daha fazla yol almışız. Ama kendimizi geliştirmek için çalışıyoruz diye, kendine bakmayan birinden daha üstün, daha haklı bir yere de gelmiyoruz. Hatta yoga, meditasyon yapıyor, sağlıklı besleniyor, şiddetsiz iletişim dili kullanıyoruz diye kendimizi diğerlerinden üstün görmeye başlarsak, benliğin evrimi bütüne doğru değil, ayrılığa doğru dönüyor.

Benliklerin evrimi skalası

Benliklerin evrimi skalasının alt ucunda kendini herkesten ve her şeyden ayrı gören “yalnız insan” var. Bu noktada insan o kadar yalnız ki, diğer insanların kendisi gibi acı çekebileceğini bile anlamıyor. Modern psikolojinin psikopat/sosyopat olarak tanımladığı hastalar skalanın bu ucunda duruyor.

Ondan biraz yukarıda, diğerinin bir iç dünyası, kendine has bir düşünce sistemi olabileceğini anlamayan yalnızlar var. İnternete girdi diye karısını bıçaklayan adam bu grupta mesela. Ötekini kendisi gibi bir insan olarak göremedikleri için onların yaşamına saygı ve değer vermiyorlar. Bu ayrılık; korku, yalnızlık ve mutsuzluk getiriyor.

Skalanın diğer ucunda, en yukarıda, “ermiş” duruyor. Sağlıkları dâhil, ellerindeki her şeyi kaybetseler de dengelerini kaybetmeyen mutlu insanlar bunlar.

Geri kalanlar, yani bizler, aralara sıralanmışız. Skalada “yalnız insan”dan “ermiş”e yaklaşmak, diğerlerine oranla daha mutlu, daha tatminkâr, daha tamam hayatlar yaşadığımızın işareti. Bu skalada yerimizi belirleyen şey diğer canlılarla kurduğumuz ilişkilerimiz. Ve tabii kendimizle.

İçinizdeki saygı ve sevgi pınarı ne kadar gerçek?

Geçenlerde şöyle bir şey okudum: İnsanlara ne kadar saygı gösterdiğinizi anlamak için tanımadıklarınız ile telefonda konuşurkenki tavrınıza bakabilirsiniz, diyordu yazıda.

Kategorik olarak sinir olduğumuz insanlar var ya, hani çağrı merkezlerinde çalışanlar. Hani bizi kızdırmak, çıldırtmak ve yardım etmek bir yana, hayatlarımızı zorlaştırmak adına kurulmuş bir ordu çağrı merkezi görevlisi… Daha fenası da var: tele-pazarlama amaçlı arayanlar. İşte onlarla konuşma biçimimize bakıp, içimizdeki sahici sevgi ve saygı pınarı hakkında bilgi sahibi olabilirmişiz. Bu insanların hakkımızdaki düşünceleri zerre kadar önemli değil ya, onlara ağzımıza geleni söyleyebiliyor, onları azarlıyor, eleştiriyor ve hatta telefonu yüzlerine bile kapatabiliyoruz. (Yani ben yapıyorum en azından.) İşte o konuşmalar benliğin evrimi skalasındaki yerimi gösteriyor.

Bir başka araştırmaya göre de insanın en yakınına ve en uzağındakine tavrı en az maskelenmiş olan kendisini yansıtıyormuş. Ana-babamıza, eşimize, çocuğumuza davranışlarımız ile tele-pazarlama görevlisine davranışlarımızda ortak noktalar varmış. Her iki ilişki de kendimiz ile kurduğumuz ilişkinin aynası imiş. Arada kalan insanlara ise sahici kendimizden çok, maskemizi göstermeye yatkınız. Ortadakilerin bizi beğenmesi ve değer vermesi çok yakındakilerden ve en uzaktakilerden daha önemliymiş.

Skalanın “yalnız insan” yöresinde yaşayanlar sadece başkalarından değil, kendilerinden de kopuklar. Kendileri ile yüzleşmekten korkan insanlar, kendilerini es geçerek başkalarına odaklanıyorlar. Büyük gruplar karşısında fedakâr davranıp, yakın ilişkilerinde sert ve yargı dolu olabiliyorlar. Ya da kendilerine bakmamak için bütün enerjilerini başkalarına -çocuklarına, işlerine, kocalarına- harcayabiliyorlar.

Bizi yetiştiren kuşağın kavgacı tabiatında ben biraz da bu kendiyle yüzleşme korkusunu görüyorum. Artık 60’lı yaşlarını süren 68 kuşağının bugün bile savunmaya, tartışmaya, zıtlaşmaya ne kadar yatkın olduğu gözümden kaçmıyor. Birbirleriyle, trafikte diğer sürücülerle, iş yaptıkları insanlarla kavga etmek normal bir şey onlar için. Mücadelenin yüceltildiği, davaya hizmet etmenin mutlu olmaktan daha önemli olduğu bir devirde gençliklerini yaşadıkları için mi? Kavgalarını doya doya edemedikleri; sindirildikleri; kaçmak zorunda, sürgünde yaşamak zorunda bırakıldıkları için mi? Kim bilir? Sahiden öfkeliler mi yoksa kavgadan başka iletişim yolu bilmiyorlar mı? Bilmiyorum.

Politika veya toplumsal hareketlerle ilgisi olmayan insanlar bile çağın rüzgârlarından etkileniyor. Biz 60’larda, 70’lerde ve 80’lerde doğanlar, kavganın popüler iletişim dili olduğu ailelerde, toplumlarda büyüdük. Şiddeti bu kadar normal karşılamamız, salonlarımızın arka planında dırdır eden ”tartışma” programlarını kanıksamamız bu yüzden mi acaba? Televizyonsuz yaşadığım son on yılın sonunda, televizyonu açık bir eve girdiğimde, dayak yemiş gibi oluyorum. Televizyonunuz açıksa, sizin evde şiddet uygulanıyor demektir.


Bugün hâlâ annemle toplumsal/bireysel ideal konusunda tartışıyoruz. Annem benim ideallerimi -kendime mutlu, sağlıklı ve tatminkâr bir hayat sağlamak- yetersiz buluyor. Onun gözünde toplumu geliştirmek amacı ile kullanılmayan bir hayat, ziyan edilmiş bir hayat. Ve sonunda mutsuzluk var. Ben ise diyorum ki; kendini iyileştirmekten acizsen, kendi çocuğunla ilişki kuramamaktan muzdaripsen, o büyük davanın hepsi yalan. İnsanlığı seviyorsan, önce kendinden başlamalısın.

Oya Baydar’ın kitaplarından birindeydi. Eski solcu iki arkadaş birinin evinde sohbet ediyorlar. Eski günlerden, “kavga”dan, yenilgiden, düş kırıklıklarından, umuttan bahsediyorlar. Onlar konuşurken eve birinin kızı giriyor. 20’li yaşlarında alev kırmızısı saçlı, canlı, heyecanlı bir genç kadın. Coşku ile onlara dışarıdaki hayattan, müzikten, seyahatten, tüketim kalıplarının dışında bulunan mutluluktan bahsediyor. İki eski devrimci anneden biri alev saçlı genç kadını dinlerken “Devrim belki de budur” diye düşünüyor. İnsanlığın başkalarını değil, kendisini dönüştürmeye baş koymuş bireylerin liderliğinde ilerleyebileceğini; mutlu olmayı kendine amaç edinen insanların hâkimiyetinde haksızlığın sona erebileceğini anlar gibi oluyorlar. Bu devrimin bir günden diğerine gerçekleşecek bir şey olmadığını, bir değil birçok genç kuşağın önünde yenilgilerle dolu çok uzun bir yol olduğunu görüveriyorlar.

Okurken anladım ki o kız bendim.

Benliklerin evrimi bizim devrimimiz. Bizim devrin devrimi. Herkes kendi evriminden sorumlu. Bizim devrimde amacımız skaladaki yerimizi ermişe doğru taşımak. Herkesin mücadelesi kendine. Ütopyamız ermişlerin hâkimiyetinde bir yeni dünya düzeni. Davamız kendimize mutlu, tatminkâr, sağlıklı yaşamlar kurmak…

Ve

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür,

Ve bir orman gibi kardeşçesine

Bu hasret bizim.

 

 

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/bu-hasret-bizim/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/bu-hasret-bizim/" data-text="Bu Hasret Bizim" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/bu-hasret-bizim/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>İstanbul doğumlu yazar, Hatha Yoga öğrencisi ve eğitmeni, sosyolog, Prof. Macit Gökberk’in ilk torunu ve tanıdığı veya tanımadığı pek çok kişi için ilham kaynağı olan, kendini belli bir coğrafyaya ait hissetmeyen bir dünya vatandaşı. Defne Suman&#8217;ın, insan doğasına olan ilgisi ve insanın derinliklerini keşfetme ihtiyacı, onu, Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü&#8217;nde yüksek lisans eğitimini tamamlamaya kadar getirdi. Bir adım ötede Amerika&#8217;nın prestijli bir üniversitesinde doktora yapmak yatarken, o yeni bir yol seçerek akademisyenliği bırakıp yola çıktı. </p> <p>2003 yılından beri dört kıtada seyahat ederek Zhander Remete’nin rehberliğinde yoga öğreniyor ve öğretiyor. Atina, İstanbul ve Oregon’da soluklanıyor. Çocukluk yıllarından beri okuma ve yazma ile haşır neşir olan Defne on üç yaşından sonra yazılarını gözlerden uzak tutmaya karar verdi. Okur ile buluşması ise maneviyatın izinde iç dünyasını keşfettiği yıllarına denk gelir. Kendi deyimiyle “üzerine sinmiş tecrübelerin merceğinden bakıp da gördüğü insana, topluma, yaşama dair” yazıyor. En büyük ilham kaynağı sahici olana karşı duyduğu merak ve başlıca tatmin alanı da hakikati ifade etmenin insanları birbirine bağlayan eşsiz tabiatı.</p> <p>İlk kitabı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/mavi-orman/" target="_blank">Mavi Orman</a> Şubat 2011’de Kuraldışı yayınevinden çıktı. Mavi Orman&#8217;ı, 2013&#8217;te ilk romanı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/saklambac/" target="_blank">Saklambaç</a> izledi ve Yunanistan’da ve Türkiye’de aynı anda çıkacak olan yeni romanı Emanet Zaman ise tarihin bambaşka bir penceresinden, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarındaki İzmir’inden yine insana bakıyor, bütün sevinçleri, kederleri ve çaresizliği içinde insanı anlamaya çalışıyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This