Uyandığımda gökyüzü kapkaraydı. Saate de bakmadan kalkmış bulunduğum için acaba gece yarısı mı diye bir şüpheye kapıldım. Akropolis’e bakan pencerenin önünde hazır pozisyona geçtim, yogama başladım. O kara gökyüzü önce mora, oradan kızıla, oradan da pembeye kesti ve nihayet günlerdir hasret kaldığımız güneş Partenon’un arkasından evimize doğuverdi. Öne katlamış uzun uzun soluklar alıp veriyordum. Güneşi sırtımda hissedince doğruldum, bacaklarımı altıma topladım ve hareketsiz yirmi dakika öylece oturdum.
Bugün Noel. Kandiller gibi, Noel gibi, Şiva Ratri, Hanuka gibi kutsal günler ve geceler öyle rastgele seçilmiş tarihler değil. Dünya, Ay, Güneş ve diğer gezegenlerin açısının özel bir düzleme geldiği günler bunlar. Bu kutsal günlerde sessiz ve hareketsiz oturursanız dünyanın kalbinin bir başka attığını siz de duyarsınız. Benim de güneşi sırtımda hissettiğim andan itibaren yüreğim bir başka atmaya başladı. Yirmi dakikalık hareketsizliğimden kalkınca çabucak yıkandım, giyindim, kimseler uyanmadan evden dışarı süzüldüm.
Sokağa adım atar atmaz Atina’da yadırgadığım keskin bir soğuk yakaladı. Bey’i ve kayınvalideyi uyandırmamak için saçlarımı kurutmamıştım. Beremi kulaklarıma kadar çektim, mahallemizin kaldırımlarında uyuyan cankilerle ayyaşları hızlı adımlarla geçip merkeze giden bir troleybüse atladım.
Benim Eyoğlu diye telaffuz ederek bütün aileyi güldürdüğüm Aiolou Caddesi, sabahın erken bir saati olmasına rağmen kalabalıktı. Bu caddeye Eyoğlu diyorum çünkü ilk gittiğimde bana Beyoğlu’nu hatırlatmıştı. Motorlu araç trafiğine kapalı Aiolou’nun iki tarafında dükkânlar, kafeler, bankalar, devlet daireleri, kiliseler, kumaşçılar ve en ucunda yükselen Partenon Tapınağı var.
Ona doğru yürüyenleri kucaklayacakmış gibi duran Partenon’a burnumu çevirdim ben de. Güneş arkasından çoktan çıkmış, gökyüzünde yükselişi hepimizin yüzünü güldürüyor. Yunanlılar ömrümde gördüğüm en neşeli halk zaten. Tabii neşenin öteki yüzü hüzündür ya, işte bir o kadar da hüzünlüler. Konuşmalarına kulak verirseniz, “Şu telefona baksana” ya da “Evde armut var mı?” deyişlerinde bile hem neşeli, hem hüzünlü bir tını duyarsınız. Aiolou’dan aşağı yürürken akordeon çalıp Yunaca bir Noel şarkısı söyleyen Arnavut gencin sesi içimi öyle bir titretti ki, kaldırımın kenarına çöküp kana kana dinlemek istedim. Ancak Aiolou’nun rüzgârı keskin, saçlarım hâlâ ıslaktı, en yakındaki kahveye yürüyeyim dedim.
Bir Bangladeşli ile bir Nijeryalı yanımdan Yunanca konuşa konuşa geçtiler. İhtiyar bir kadın caddeye buram buram tütsü yayan Aya İrini Kilisesi’nin merdivenlerini çıkıyordu. Hemen arkasındaki meydana açılmış tezgâhlara, kısa kaküllü genç bir kadın kitaplar diziyordu. Benim kahve de aynı meydanda olduğu için oraya saptım ve dışarıya bakan ilk masaya yerleştim.
Ben Portland’dakiler ile yarışır kalitede bir kahve içerken, önümden insanlar akıp geçiyordu. Her şeye rağmen yüzleri gülüyordu. Evet, ekonomik krizden dolayı doyasıya Noel alışverişi edemiyor, sevdiklerine hediyeler alamıyorlardı belki ve evet dükkânların yarısı kepenkleri bilinmez bir zamana kadar indirmişti ama yine de sarılıyordu insanlar birbirlerine; Hronya Pola, mutlu Noel’ler diliyorlardı. Alışveriş etmeden de hediyeler verilebilirdi, öyle değil mi vre?
Kederli bir tarihin ülkesidir burası. Hikâyelerde, şiirlerde, şarkılarda dinmeyen hasreti, talihsizliği kabullenişi duyarsınız. Ve hep bir inanç vardır burada. Güzel günlerin geleceğine dair bir inanç. Bütün acılar gibi bu krizin de geçeceğine, hüznün yerini yeniden neşenin alacağına can-ı gönülden inanıyor bu dışarıda birbirlerini kucaklayan insanlar. İnançları onları birbirine bağlıyor.
Oturduğum yerden Aya İrini kilisenin kapısını da görebiliyorum. Biraz önce dışarıdaki masada oturan bir çift içeri giriyor. Mum yakıp dua edecekler. Atina’da kiliseye girip dua etmeniz için dini bütün olmanıza gerek yok. Din ile haşır neşir olmayan bizim Bey’in aile fertleri bile Noel’de Paskalya’da kilisede istavroz çıkarır, bir mum yakarlar.
Ben insanların ilahiyat ile buluşmak üzere toplaştıkları bütün tapınakları severim. Bu mekânların Allah’ın evi olduğunu sandığımdan değil, inançlı insanların havaya yaydıkları gücü hissettiğimden, camilerde, kiliselerde, manastırlarda, aşramlarda vakit geçirmek hoşuma gider. Yine de Rum kiliselerinin gönlümdeki yeri, ilk aşk gibi bir başkadır.
Çocukların dinmez merakı ile sorduğum “Tanrı nerede, beni görüyor mu, ölünce onun yanına gidecek miyiz?” sorularım ana-babamın, dedem ile nenemin bilimsel açıklamaları ile bir türlü tatmin olmayınca ben bir kiliseye kaçmıştım. Adadaki evimize yakındı ve kapıları hep açıktı. Mum yakıp sıralarında oturmama, tütsüleri koklayıp renkli camları, resimli kubbeyi seyretmeme ortalıkta dolanan papazlar da, evdekiler de ses etmiyordu. Çıkarken dua ediyordum: Allah’ım, evimizi hırsızlardan, ülkemizi savaşlardan, dünyayı yıldızların gazabından uzak tut, diye.
Sonradan aynı yuvaya dönüş hissini diğer kutsal mekânlarda da bulmaya başladım. Camilerde, sinagoglarda, Budist manastırlarda, Hindu tapınaklarında… Derken mekâna da ihtiyaç kalmadı. Her sabah yogamı bitirdikten sonra o kilisedeki çocuğun vardığı hal ve hisse boyanır oldu benliğim.
Bir Ben vardı sahiden, Ben’den öteye, Ben’den içeride. Gönlümde.
“Mutlu İnsanların Yaptığı On İki Farklı Şey” diye bir yazı okudum geçenlerde. İlki şükretmeleri, ikincisi iyimser olmaları, üçüncüsü karşılaştırma yapmamaları… Mutlu insanları mutsuzlardan ayıran dördüncü özellikleri de inançlı olmaları idi.
Mutlu insanlar inanıyorlar. Dindarlıktan bahsetmiyorum. Bizim cüce hayatlarımızdan, mesela boşanma dramımızdan ya da ekonomik krizden daha yüce bir Hakikat olduğuna dair bir inanç. Yücenin iç içe geçmiş binlerce galaksi, on binlerce güneş sistemi, milyonlarca dünyadan oluştuğunu bilmek… Ve bütün âlemlerin buluşmasını, mükemmel bir orkestranın çaldığı bir senfoni gibi, kilisedeki o çocuğun duyduğu gibi duyabilmek.
Ve günümüzü O’na teslim etmek, hayırlısını dileyerek…
Mutlu insanlarınki işte böyle bir inanç…
2012’nin, hepimizin mutluluğa doğru sağlam adımlar atacağı bir yıl olması dileği ile…
Yeni yılınız hem kutlu hem de mutlu olsun!
Defne Suman