Kalp, İç Sesler, Mesuliyet
Spiritüel baypas genellikle çarpık bir sorumluluk duygusu olarak ortaya çıkar. Bu çarpık duyguyla hep kendi kendimizi yargılarız. Bu çarpık duygu hissettiklerimize, davranışlarımıza daha dengeli açık bir yaklaşım göstermemizi engeller. Bu durumda sorumluluk duygusunu suçluluk ile karıştırırız. Kendimizi ve başkalarını neredeyse göremeyecek hale geliriz. Kör edici spiritüellik gözlüğü gözümüzde hedefimiz haline getirdiğimiz kişiyi bile pek umursamayız.
Sorumluluk bizi genişleterek, güçlü kılarken suçluluk bizi büzer, zayıflatır. Sorumluluk almak bizi güçlendirir, suçluluk ise içimizdeki yargıcı. Sorumluluk almak yakınlaşmayı arttırır; suçluluk ise yakınlaşmaya ket vurur, engeller. Suçlamakla meşgulken sevgiden, şefkatten, merhametten yoksunuzdur. Durumumuzu duygusal mahkeme salonunda daracık odalarda karanlığa mahkûm ederiz. Kendimizi suçluyorsak şüpheli davranışımız üzerine yoğunlaşır, kendimizi suçluluk ile şişler sıkıca üstümüzü örteriz. Kendimizi büzer, karanlıkta tutarız. ister başkasına ister kendimize yönelik olsun suçlamanın yüreği yoktur, ne kadar spiritüel bir şekilde dile getirilirse getirilsin. Suçluluk duygumuz öyle gelişir ki kendi elimizle kendi ellerimize ahlak zabıtalarının kelepçesini takarız. O zaman da suçluluk ile kınama vicdan maskesi takarak nöbetleşe görev yapar. Kendi kendimizin gerçek sorumluluğunu anlamak hiç de kolay bir şey değildir.
Gerçek sorumluluk yürek ister ama aşırı duygusallıkla pelteleşmiş, mazeret üreten bir yürek değil. Diyelim ki sizi kırdım, incittim. Bu durumda üzerime düşen görev kendimi cezalandırmadan, paspas yapmadan veya kendimi suçlayıcı davranışlar göstermeden (ve benimle ilgisi olmayan diğer faktörlerin de incinmenize katkısı olduğunu inkâr etmeden ama bunları da abartmadan) bu yaptığımı açık ve net bir şekilde kabullenmektir. Sizi incittiğim için kendimi suçlamanın size hiçbir faydası olmaz. Doğrusunu isterseniz beni hem sizden hem de yaptığım şeyden uzaklaştırır. Zira kendi içimde kendimi tokatlayıp pataklamak dikkatimi olaydan başka bir tarafa çekmemi, kendimi birazcık avutmamı sağlar ve sizin karşılık olarak beni incitme ihtimalinizi azaltır.
Buna karşın yaptığım şeyden dolayı pişmanlığımı açıkça, içtenlikle ifade edebilirim. Bunu yapmak için ezilip büzülmeye, saygınlığımı yitirmeye gerek yok. Dikkatsizce yapılmış kaba saba hareketimin farkına varmam, idrak etmem sizin iyileşmenize yeterli olacaktır ve belki de sizinle olan bağımı daha da derinleştirecektir. Sorumluluk tamamen uyanık, ayık vicdandır. Katalizörlük yaptığı herhangi bir utanma, sağlıklı bir çözüm getirmek için elimizden geleni yapmak üzere bizi tahrik eder.
Biz hatalarımızdan dolayı kendimizi suçlamakla meşgulken gerçekten mesuliyet almış, hesap verme sorumluluğu göstermiş olmuyoruz. Aslında kendimizi rehin alıyoruz, tutsak ediyoruz. Başkaları bizi yerden yere vurmadan biz kendi kendimizi yerden yere vuruyoruz -suçluluğun özü bu. Yaradılışta var olan kendi kendini bölme duygusu; benliğimizin bir parçası. Bu, çocukça ve sorumsuzca aynı zamanda saplantılı bir duygudur. Suçluluğumuzu tetikler ve çok kısa süre sonra saplantılı ebeveyn yanımız tarafından cezalandırılır. Suçluluk bizi küçücük yapar; kendi yaşamımızın sorumluluğunu almaktan kaçmak için saklanacağımız “güvenli” bir yer temin eder. Kendimize makul bir şekilde ana-babalık yapmayı kabul etmeme, reddetme mekanizmasını göreve çağırır ve bizi suçlama alanına sürgün eder.
Suçlamak, küçük düşürmek, aşağılamak üzerine odaklanır. Sorumluluk ise işleri yoluna koymanın bir yolunu arar. Sorumluluk almak için gerekli olan şey hesap verebilirliktir. Yani belli bir durumun oluşmasında kendi rolümüzü anlayıp onaylamak ya da hareketlerimizin sonuçlarını kabul etme becerisi ve gönüllülüğüdür. Kendi söylediklerinden ve kendi yaptıklarından kendilerini mesul tutanlar güven telkin eden insanlardır. Sağlam, inanılır, dürüst, mert insanlardır. Yani güvenilir insanlardır.
Sorumluluk derece derecedir. İlk başta çok rahat bir şekilde yaptığımız her neyse tamamen sahipleniriz ama sonrasında özür dilemek, telafi etmek adına yapılması gerekenin en azını yaparız. Pratik yaptıktan, farkındalığımız arttıktan sonra görev icabının çok daha ötesine geçer kendimizi daha derin mesuliyet ahlakına teslim ederiz. Sadece kuralları uygulayan biri olmaktan çıkar, bu kuralların özüne itibar eder, onları candan kabulleniriz. Sorumluluk almak ilk başta iyi bir askerdir. Ama en olgun seviyelerinde büyük bir savaşçı olur ve vicdanın birçok boyutunda dimdik hazır bekler.
Dinlediğim bir hikâye hatırlıyorum. Yaşamını tehdit eden hastalığa yakalanmış bir kadının hikâyesi; her şeyi kendisinin yarattığına inanan bir kadının.
Kendini iyileştirmek için çok uğraşmış ama başaramamış. Bu başarısızlık onun yetersizlik, eksiklik duygusunu büyütmüş. Sonunda bir inanç şifacısına (hocaya) gider ve mucizevi bir şekilde hastalığı çok kısa bir süre içinde iyileşir. Bu olaydan sonra kadın intihar eder; ardında bir not bırakır: “Madem bu kadar kolaydı iyileşmek o halde başıma gelen her şeyi yarattığıma inanan ben, neden bu hastalığımı iyileştiremedim? Bu ne utanç verici bir şey! O halde yaşamayı da hak etmiyorum.” Bu, “Yeniçağ”cıların iddiasının karanlık yüzü. Biz, sadece biz yaratırız kendi hastalıklarımızı. Bu naif inancın ardından gelen suçluluk, insanı ne büyük utanca boğar! Ne aşağılar! Bu kadın kendi hastalığının sorumluluğunu aldığına inanmıştı oysa işin aslı, hastalığından ötürü kendini suçlamıştı. Ve kendine olan bütün sevgisini, şefkatini ve merhametini kaybetmişti.
Sorumluluk almak öyle göründüğü kadar kolay değildir. Mesela, partnerimizle aramızda geçen her şeyin sorumluluğunu üstlenebiliriz. Ama asillere yaraşır özgecil bir varlık oluşumuzdan değil; sadece hiç kimseye güvenmek, bel bağlamak istemediğimizden (muhtemelen çocukluk yıllarımızda güvendiğimiz dağlara kar yağmıştır). Çok aşırı sorumluluk yüklenerek aslına bakarsanız sorumsuz davranıyoruz. Partnerimizin kendi yaptıklarının mesuliyetini alarak onu deneyim kazanmaktan, gelişmekten mahrum bırakmış oluyoruz. Aslında ilişkimize sorumlu bir insan gibi yaklaşmış olmuyoruz; aşağıda derinlerde yatan acılardan kaçınabilmek için sorumluluk görüntüsünü kendi amacımız için kullanmış oluyoruz.
Neler olup bittiğini çok açık görsek bile deneyimimizi bu eski alışkanlıkları besleyecek bir çerçeveye oturturuz. Mesela başkalarının onayını almak gibi bir bağımlılığımız veya aşırı özeleştiri yapma eğilimiz varsa görünürdeki öz-yansıtma eylemi kendi kendini kandırma, kendi kendini cezalandırma egzersizine dönüşecektir. Aynı zamanda gurur da duyabiliriz bu savunmasız, yerden yere vuran kendine bakışa gönüllü olduğumuz için. Oysa gerçekte çok farklı bir şey yapıyoruzdur: Kendi şartlanmamıza boyun eğiyoruz ama sanki bunu yapmıyormuş gibi davranıyoruz.
Spiritüel baypasta bütün yaptıklarımızın sorumluluğunu üstlenmek üzerine vurgu yapılır genelde. Ancak burada söz konusu olan “sorumluluk üstlenmek” aslında tamamıyla spiritüel süsü verilmiş, öz-yansıtmanın adını da kötüye çıkaran suçlamadır. Hep yaptığımız şey üzerine yoğunlaşıyor ve her durumda hesap verebileceğimize inanıyorsak o zaman sadece kendi dinamiklerimizle ilgileniyor, başkalarınınkini pek umursamıyoruz demektir. Öz-yansıtma sorumluluk almada temel bir içeriktir ve her zaman göründüğü gibi değildir. Örneğin, şartlanmamız patron olmak, yönetmekse içe bakışımızda pek açıklık ve derinlik olmayacaktır; lenslerimiz saydam olmayacak net göstermeyecektir. fiartlanmalarımızla kendimizi tanımlamak gözlerimizi kör eder, bizi sıkıştırarak büzer. Yanlışlıkla alıp dolaştığımız kimliğimize kayıtsız, ilgisiz davranırız, ta ki kuvvetli bir güç bizi sarsıp kendimize getirene kadar.
Bu da bizi hem psikoterapide hem de spiritüel pratikte en çok görmezden gelinen, ihmal edilen duygulardan birine getirir: Utanç. Utanç hiç hoş bir duygu değildir. O kadar çok acı verir, yerin dibine öyle bir geçirir ki elimizden geldiğince çabuk kaçmak, kurtulmak isteriz ondan ve bu gayet anlaşılır bir şeydir. Bu kaçış yollarından en yaygın olanı utancımızı kızgınlığa ve çoğunlukla saldırganlığa dönüştürmektir. Bir de utandırılan insanların ne kadar sıklıkla enerjilerini birilerinin hakkından gelmeye veya öç almaya yönlendirdiklerini düşünün. Fakat sosyal olarak da oldukça kabul edilen (tabii kadınlar için değil) bir duygu olan öfke her zaman dışa vurulmaz, öfke içeriye de vurulabilir. Pek çok insan (daha çok erkekler) utanç kaynaklı öfkelerini sevdiklerine yönlendirir, konuşma biçiminde bir kusur bularak mesela. Bazıları (daha çok kadınlar) ise utanç kaynaklı öfkelerini kendilerine yöneltirler. Eksikliklerine takarlar veya durumumu ihtiyacımı niye daha iyi anlatamadım diye kendi kendilerini yer bitirirler. Böylece öfkelerini aleni bir şekilde göstermekten kaçınır partnerlerinin üstüne gitmezler.
İşte burada da körü körüne şefkat vardır. Körü körüne tevazu, uysallık (karşı koyarsam, göze çarparım mantığıyla özünü gizleyerek sinmeyi göze almak, hatta erdemli bir davranış yapıyormuş havasına girmek) ve körü körüne hoşgörü (ayırt etmeden kabullenmek, baskı ile beslenen eşitlik) vardır. Ve bir de körü körüne sorumluluk: Kendimizi aşırı mesul tutmak -veya mesul tutulmaya müsaade etmek- sanki böyle yapmak bütünleşmiş bir insan olmakmış gibi. Oysa yaptığımız tek şey kendinden utanmak ve kendini suçlamak girdabına kendimizi atmaktır. Bu durumda, partnerimizle yaşadığımız ilişkisel problemimizi kendimiz “yaratmışsak” ve bundan kurtulamıyorsak başarısız olmuş olmaz mıyız?)
İlişkilerimizde yaşadığımız sorunların tüm mesuliyetini üstlenmemizin kökeninde gelişmemiş, güçsüz bir benlik duygusu vardır. Sağlıklı bir ego yapısının yerini yeterince iyi olmama veya kötü olma kimliğinin aldığı, sağlıklı egonun gölgede bırakıldığı durumdur bu. Hatalarımızın üzerine yoğunlaşmak bize kendimizi eksik hissettiren bu benlik duygusunun daha da güçlenmesine yol açar. Telafi etmek için “iyi” davranışlar gösterirken bile bu eksikliğimizi pekiştirmiş oluruz. Evet, partnerimizin davranışından rahatsızlığımız bağıra bağıra bize bizi anlatıyordur -başkasında görüp hoşlanmadığımız bir davranış, aslında kendimizde olan ve hoşlanmadığımız bir davranışın yansımasıdır. Ama başkasında görüp rahatsız olduğumuz her davranışın aslında bizim içimizde var olan bir şeyin yansıması olduğunu varsaymak, partnerimize fikrimizi söylememize, gerekli tavrı göstermemize engel olur.
Başımıza gelen her hastalığı her talihsizliği yaratan bizleriz inancını spiritüel olarak meşrulaştırdığımızda, kendi kendimizi daha problemli bir zihniyete kurban etmiş oluruz. İsteğimiz dışında gelişen ve hiçbir şekilde kontrol edemediğimiz olaylara bakışımızla ilgili hastalıklı bir zihniyet bu. Tecavüze uğramış bir kızı düşünün. Bu durumunu kendisinin “yarattığını” (dediklerine göre bu onun için karmik bir derstir) ve dolayısıyla bundan onun sorumlu olduğunu varsayarsak farkında olmadan tecavüzü aklamış, haklı göstermiş oluruz. Belki tecavüz edilmeyi seçerek kendine hangi dersleri öğretmeye çalıştığını bile sorarız. Bu soru, bir insan evladının sorabileceği en aptalca, en ahmakça sorudur ve bu soruyu sorduran şimdilerde rakip tanımayan, cezbedici bir örtüye sarılmış duyarsız, taş kalpli, ruhu bedeninden ayrılmış metafiziktir. Biri bize tecavüz ediyor ve biz de bu durumu kendimizin yarattığına inanmayı seçiyorsak o zaman yaptığımız tek şey ben merkezli cehennemde oyalanmaktır ve tavır koymaktan, varlığımızı görünür kılmaktan çok çok uzaklaşmışızdır.
Yaşadığımız hayatta çok büyük bir etkimiz olduğu doğrudur ama bu kendi realitemizi kendimiz başımıza getiriyoruz anlamına gelmez. Davranışlarımızdan sorumlu olmak realitemizi yaratmaktan sorumlu olmakla aynı şey değildir. Bu hilelerle, aldatma dolu bir konu. Çünkü bazen içinde bulunduğumuz koşullar üzerinde o kadar büyük bir etkimiz olur ki dünyamızı kökten değiştiririz. Ölümcül bir hastalığı mucizevî bir şekilde atlatıp hayata sapasağlam devam ettiğimizde mesela. Her bir durumun oluşmasına etki eden birçok unsur vardır; birçok neden ve tüm bu nedenlerin nedenleri ve o nedenlerin de nedenleri… Sonsuz biçimde inanılmaz şekilde kompleks bir karşılıklı etkileme vardır. Bu durumda kendi realitemizi tek başımıza yarattığımızı söyleyemeyiz. Kanser olmuş bir insanın hastalığından kendinin sorumlu olduğunu çünkü bunu kendi kendine yarattığını söylersek ve bu hastalığa kendini yakalatmakla ne gibi bir ders veya dersler çıkardığını sorarsak, hem hastalığıyla ilgili cehaletimizi (çünkü kanserin oluşmasını sağlayan pek çok faktör vardır ve bunların hepsinin sorumluluğu üstlenilemez) ortaya koymuş hem de bu insanın içine zehirli bir tohum ekmiş oluruz. Muhakkak yapmamam gereken bir şeyi yaptım (tabii bu duygusal sağlık ve diyet gibi çok belirgin nedenlerin ötesinde bir şeydir) bu yüzden kanser oldum. Aydınlanma derecesi ne olursa olsun birçok azizin de kansere yakalandığı hiç mi hiç aklımıza gelmez.
Katışıksız, samimi ve gerçek sorumluluk hem olan bitende kendi rolümüzü fark etmek hem de olan bitene gerektiği gibi -fiziksel, zihinsel, duygusal, ruhsal, etik olarak- karşılık vermektir; olaya tepki göstermek veya onu yadsımak değil. Böylesi bir sorumluluğun utançla veya suçlamayla ilgisi yoktur. Gerektiğinde başkalarıyla yüzleşmekten ya da münasebetsiz varsayımlarla spiritüellik satmaya çalışan (“Bütün her şeyin sorumlusu benim!” örneğinde olduğu gibi) kurumların ve yazılı kaynakların kurbanı olmaktan kurtarmaz; böylesi sorumluluk aksine, dengede durmamızı sağlar. Bizi bir zemine oturtur; daha derin, daha dolu dolu ve tam anlamıyla bedenleşmiş bir hayatı destekleyen gerçek sevgi, şefkat ve merhamet içinde bütünleşmiş bir şekilde ayağımızın yere basmasını sağlar. Çabalarımız sayesinde harikulade bir yaşam alanına gireriz. Bu alanda özümüzü yansıtmak artık özümüzü saptırmak değildir. Bu alanda, sorumlu olmak sadece yaptığımız bir şey değil aynı zamanda doğal olarak tabiatımız gereği karakteristik özelliğimizdir.
Sorumluluğu benim gibi yanlış anlayanlar için destekleyen bir yönlendirme olmuş. Teşekkür ediyorum ?