İpek Hanım Çiftliği
www.ipekhanim.com
Organik, ekolojik, doğal, natürel sözcüklerinin bu kadar popüler olmadığı yıllarda başlamıştı etiket okuma takıntım. Kendi gıdamı kendim üretmeye başlamadan önce neredeyse on yıl boyunca eve giren her şeyin etiketini okuyup araştırdım. Sordum soruşturdum. Öğrenebildiğim her şeyi öğrendim.
Annemden geçen genetik bir miras sanırım bu. 82 yaşında olmasına karşın 20’li yaşların fiziki kondisyonu ile yaşayan tuhaf bir kadındır. Bu yaşına kadar elinde bir kez olsun pide, lahmacun, ekmekkadayıfı ya da Coca Cola şişesi görmedim. Gençliğinde bir kez gazoz içmiş sanırım. Hâlâ tadının ne kadar “kanserojen” olduğunu anlatır durur. Mutfağına girip buzdolabını açın, limon suyuna yatırılmış çiğ balıklar, sebzelerin haşlama suyunu doldurup soğuttuğu şişeler…
İşte bu genetik miras nedeniyle ne zaman İpek’in ya da Can’ın elinde ambalajlı bir abur cubur görsem kıyameti koparır, savaş çıkarırım evde. Gıda boyaları, aromalar, E serisi kimyasallar…
Tehlikenin sadece bunlarda olmadığını tarımın içine girince anladım.
Mesela şu organik çilekler… O kadar çok sorup isteyen oldu ki; gönderemedim. Çünkü yok.
Genelde Bursa’da bulunur organik çilek sertifikası almış üreticiler. Yöntem hep aynı: Ellenmemiş temiz bir bahçeye yirmi otuz fide dikerler. Bu fideler dikildikten sonra sertifika kuruluşlarından birini çağırırlar. Numune alınır, kontrol laboratuarına gider, haliyle sağlıklı çıkar. Yüklüce bir ödeme de yapıldıktan sonra sertifika ellerine geçti işte. Artık kim tutar sizi!
Önce gidip bir organik pazara kaydınızı yaptırın ya da son zamanlarda pıtrak gibi çoğalmış organik ürün dükkânlarından biri ile anlaşın. Sonra doğru Bursa Hali’ne! Doldurun bir kamyon, yığın organik ürün pazarındaki tezgâha. Bir elinizde üzerinde “Organik Çilek” yazan sertifika var, önünüzde de kasa kasa kırmızı çilek… Alış bir lira, satış beş. Satın satabildiğiniz kadar.
Elinizdeki sertifikada üretimin yapıldığı metrekare ile sattığınız çilek miktarı arasında doğru orantı mantığını kurabilecek bir kurum, kuruluş var mı? Yok. Organik pazarlara gelen maldan numune alarak düzenli olarak kontrol ettiren bir mekanizma? O da yok.
Benim beş kilometre yanımda Türkiye’nin çilek cennetlerinden biri var: Atça… Her gün organik pazarlara kamyonlarla çilek yolluyorlar. Kilosu elli kuruştan. Tek bir üretici görmedim ki yetiştirdiği çilekten bir tane yesin ya da kendi ailesine yedirsin!
Ben çilek yetiştirmeye çalıştım. Azami özen, azami çalışma ile bir dekar yerde elli kilo çıktı. Reçel yaptık. Hepsi bu. Satacak kadar asla üretemiyorum. Gerçek fideler ile kimse üretemez. Buzhanelerde çıtır çıtır ithal fide var. Her yere bu dağılıyor. Hep söyledim, bir kez daha söylüyorum: Çilek yemeyin! Kesinlikle evinize sokmayın!
Türkiye’de gerçek anlamda organik üretim yapan büyük üreticiler var mı? Var. Sadece sipariş üzerine üretim yaparlar ve üretimlerinin tamamını Almanya, Rusya, Hollanda, Belçika ve
İspanya’ya gönderirler. Kotaları doldurabilmek için iç piyasaya bir kilo bile mal vermezler.
Organik pazarların ürünleri nereden geliyor o halde? İki üç çiftlik adı dönüyor piyasada. Oysa organik pazarlarda günlük 65 – 70 ton domates satılıyor mesela sadece. Dedim ya, nereden geliyor? Halden. Yirmi beş kuruşa al, beş liraya sat. Sağ elde sertifika, sol elde domates, çilek…
Tıpkı nar ekşisi meselesinde olduğu gibi.
Bu işi ciddi, layığıyla yapan yok. Bana göre kesinlikle yok. Bazen sohbet ettiğim yakın arkadaşlarıma gösteriyorum. Türkiye’nin en büyük organik ürün satıcılarından birinin internet sitesinde yayımladığı bir sertifika var. Dört yüz metrekare alan için alınmış bu sertifika ile tonlarca mal satıyorlar. Biraz araştırın, kolaylıkla bulursunuz. Organik, natürel, ekolojik, doğal kelimeleri en nefret ettiğim kelimeler oldu sırf bunlar yüzünden. Dürüstlük adına çağrıştırdığı hiçbir şey yok.
Geçen yıl Erzurum’da yapılan Organik Tarım Ürünleri Konferansı’nda tek bir üretici bile olmadığını, sadece yeni kurulacak organik pazarlar için “şu tezgâh senin bu tezgâh benim” kavgası yapan uyanık komisyoncuların olduğunu biliyor muydunuz?
Organik işler bunlar…