“Bu yazıyı yazacaksın” dedi içimdeki asker. “Hem de hemen şimdi yazacaksın.”

Ve ama birazdan boarding başlıyor. Ben daha 207 numaralı çıkış kapısına bile gitmedim.

İtiraz ve naz sökmedi.

Daha vakit varmış. Üstelik nice havayollarından sahip olduğum onbinlerce uçuş milime rağmen bir defa bile görmediğim bir bölgesinden girmişim havalimanımıza. D kapısının arkası. Ferah mı ferah –afedersiniz- bir Starbaks. Ayrıntısı ile verdiğim kahve yapma talimatlarımı dikkatle dinleyen ve harfiyen uygulayan bir Starbaks görevlisi. Ve dahası prizlerle donatılmış bir bilgisayar masası, etrafında üç yakışıklı yabancı kendi laptoplarına gömülmüş oturuyorlar, dördüncü sandalye de boş.

Bu yazıyı yazacağım!

Uçak bensiz kalkmaz.

Kalkamaz.

Gelinliğim içinde çünkü.

Atina’ya gelin gidiyorum. Dün hamamda beni yıkayan teyzenin dudaklarının büke büke söylediği üzere: benim de kısmetim bu imiş. “Seni Atina’ya mı vericez yani” diye başlamıştı zaten ayaklarımı köpürtürken. Hani başka kimse istememiş de, Yunalı’ya kalmışım, madem öyle ona varmışımmış gibi.

Kısmetim suyun öte yanına gelin gitmekmiş.

Aklımıza gelir miydi hiç?

Siz bu yazıyı okurken ben evlenmiş olacağım.

Ben bu yazıyı yazarken ise İstanbul’daki son bekâr günümü yaşıyorum.

Benim de hamamcı teyzeye taş çıkartacak kıvamda bütün gelinlere dudak bükmüşlüğüm var bu arada. Hele hele böyle “evlenilecek kadın olarak seçildim, ben senden üstünüm, bak bu da tek taşım” havasına girenleri elimin tersi ile şöyle çat çat silkelemişliğim de var.

Şimdi ne diyorum bavullarımı teslim ederken:

“Aman üzerine ‘kırılabilir/fragile’ çıkartmasından yapıştırın ne olur. İçinde gelinliğim var. Yok, Leros’a kadar check in yapmayın. Nişanlım ile Atina havaalanında buluşup beraber devam edeceğiz.”

Tebrikler, tebrikler, tebrikler!

İçimdeki asker saatine bakıp duruyor sinirli sinirli. Lafı uzatıyormuşum.

İzdivaç üzerine iki satır yazmak düşermiş şimdi bana.

Oysa nasıl yazabilirim ki komutanım hakkında en ufak bir tahminim bile olamayan bir konuyu? Çocukken annem bana birçok defa büyüyünce regl olacağımı, orkidleri, o günlerde yüzmemem gerektiğini ve beki karnımın ağrıyacağını anlatmıştı. Sözleri, mide ve iç bulantısı ile geçen bir gecenin sabahında yaşadığım ilk regl tecrübesinin gücünü ifade eder nitelikte değildi.

Zaten annem bana evlilik hakkında hiç bir şey anlatmadı. Nenem hayatta iken konuşurdu:

“İnsanın sevdiği ile müşterek bir hayat kurması, yanyana soluk alıp vermesi çok güzel ve çok özlenen bir şey Defneciğim” diye. O sıralar benim yanımda soluk alanların biri gidip diğeri gelse de kesinlikle kendisine katılırdım. Uzun soluk, kısa soluk, aşk değil miydi nihayetinde burada konuştuğumuz?

Yoksa başka bir şey miydi?

Sosyal Antropolojiye Giriş derslerimizden de şöyle bir tanım hatılıyorum: Evlilik iki insan arasında değil, iki aile -cemaat- arasında yapılan bir anlaşmadır. Bunca yıllık beraberliğimizden kendilerini hiç sorumlu hissetmeyen ailelerimizin bir yüzükle değişen tavırlarına bakıp da antropologlara hak vermemek elde değil.

Kısıtlı zamanların samimiyetine sığınarak açıldım gidiyorum. Farkındayım. Ey içimdeki asker: Duy beni. Evlilik hakkında bir şey yazamıyacağım. Çünkü tahmin etmek istemiyorum. Bir ömür önümde bir deniz varmış, uçsuz bucaksız uzanan, seyrini sevdiğim ve bazen sıkıldığım. Şimdi o denize giriyorum. İlk girişte serin mi, sonrada ısınır mıyım, dibinde mercan kayalıkları ve renkli balıklar mı var, yüzmek mi, sırtüstü yatıp salınmak mı daha iyi bilmiyorum daha.

O yüzden beklenti tecrübeyi boyamasa diyorum?

Bugün İstanbul’daki son bekâr günüm. Doğduğumdan bu yana bu şehirde medeni hali: bekâr gezdim. Bu pek keyifli ama artık kendini tekrarlamaktan öteye gidemeyen sultanlık alanına girsek bu yazıda? Mesela dün Nişantaşına gittim. Güneşli sokaklarında boş boş yürüyüp, kaldırım kahvelerinde kitap okudum. Lise ikiyi okuduğumuz sınıfın bildik manzasında rahatlamak için o alışveriş en üst katına bile çıktım. Evli kadınlar da tekbaşınalığın özgürlüğünü yaşayabilirler mi?

Böyle laf salatları yaparak esas konudan kaçıyormuşum. Öyle diyor içimdeki asker.

İyi de, zaten düğün başlı başına bir evlilik üzerine düşünmekten kaçma formülü değil mi? Masa örtülerine, başındaki çiçeğe, menüdeki balığın kuyruğuna filan kafa yorar ve bir alay aile ferdi ile pazarlık ederken, insan kiminle evlendiğini bile unutabilir.

Bana kalırsa düğünün özü birbirimize verdiğimiz sözler kısmı. Düğün, aile ve dostlar cemiyetinin tanıklığında yaptığımız bir akit nihayetinde. Bu yüzden biz de gücümüzün çoğunu balığın ve gelinliğin kuyruğuna değil de sözleşmemizi yazmaya ayırdık.

Biz üç senedir birbirimize âşık bir halde, orada burada ev kuruyor, bavul yapıyor, ev bozuyor, yeni ev kuruyoruz. Ay sonunda hesap çıkartıp, birbirimize borçlarımızı dengeliyor, hastalıklara birlikte göğüs gerip, sağlıkta suşi yemeğe çıkıyor, dedikodu yapıp sokak köpeklerine birlikte gülüyoruz.

Evlenince ne değişecek?

Her ilişki gibi bizimki de günlük hayatlarımızı düzenleyen, duygusal ve fiziksel ihtiyaçlarımızın karşılıklı tatminini sağlayan sözleşmelere dayanıyor. Bunlar kurallar değil, diğerinin alanını kısıtlamadan şahsi ihtiyaçlarımızı karşıladığımız düzenlemeler. Varsayımlara değil, sözlere, sözleşmelere dayanıyor olması önemli.

Ben sabah erken yogaya gidiyor, dersimi veriyor, sonrasında yeniden dünyaya dönerken tek başıma kahvemi içiyorum. Günümün geri kalanının denge ve huzur içinde geçebilmesi için ihtiyacım olan bir zaman bu. Buna karşılık en geç 10: 30’da eve geliyorum ki beraber kahvaltı edelim. Böyle bir karar vermişiz bir zaman ve uyguluyoruz. Bunun gibi birçok sözümüz var birbirimize. İnsanız elbet, değişiyoruz. Bedenlerimiz gibi zihinlerimiz, zevklerimiz, ihtiyaç ve isteklerimiz de zamanla dönüşüyor. Sözlerimizden bazılarının son kullanma tarihi geçiyor, yeniden masaya yatırıyoruz.

Aile ve dostlarımızın önünde imzalayacağımız “resmi” sözleşmenin maddeleri üzerine kafa patlatırken şimdi işte en çok değişime saygı göstermeye çalışıyoruz. Öyle bir antlaşma yapalım ki gelecekteki bizleri kısıtlamadan bugünkü bizlerin ihtiyaç ve hayallerini tatmin etsin, zor anlarımızda dönüp bakalım, içimizi rahatlacak sahici olanı bize hatırlatsın. Değişim dalgaları ile alabora olursak tutunacağımız bir direk olsun. Birlikteliğimiz korkularımızı ört bas etsin diye değil, büyümemize, gelişmemize, özgürleşmemize alan açsın…

Dünyadaki bilgelik sistemlerinin çoğu, birliğin ikilikten geçerek varılacak bir yer olduğunu söyler. Çünkü her insan diğerinin şahitliğinde yaşamak istiyor hayatını. Hayat o diğeri bizi izlerken anlam kazanıyor. Ancak güvendiğimiz ve sevdiğimiz o diğerinin aynasından kendimizi gördüğümüzde gölgelerimiz ile barışabiliyoruz.

Atina yolcularının son güvenlik kontrolleri için 207 numaralı çıkış kapısına teşrifleri rica olunuyor!

Ben bu yazıyı yazarken İstanbul’daki bekârlığıma veda ediyorum.

Siz bu yazıyı okurken ben Atina’ya gelin gitmiş olacağım!

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/gelin-gitmek/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/gelin-gitmek/" data-text="Gelin Gitmek" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/gelin-gitmek/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>İstanbul doğumlu yazar, Hatha Yoga öğrencisi ve eğitmeni, sosyolog, Prof. Macit Gökberk’in ilk torunu ve tanıdığı veya tanımadığı pek çok kişi için ilham kaynağı olan, kendini belli bir coğrafyaya ait hissetmeyen bir dünya vatandaşı. Defne Suman&#8217;ın, insan doğasına olan ilgisi ve insanın derinliklerini keşfetme ihtiyacı, onu, Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü&#8217;nde yüksek lisans eğitimini tamamlamaya kadar getirdi. Bir adım ötede Amerika&#8217;nın prestijli bir üniversitesinde doktora yapmak yatarken, o yeni bir yol seçerek akademisyenliği bırakıp yola çıktı. </p> <p>2003 yılından beri dört kıtada seyahat ederek Zhander Remete’nin rehberliğinde yoga öğreniyor ve öğretiyor. Atina, İstanbul ve Oregon’da soluklanıyor. Çocukluk yıllarından beri okuma ve yazma ile haşır neşir olan Defne on üç yaşından sonra yazılarını gözlerden uzak tutmaya karar verdi. Okur ile buluşması ise maneviyatın izinde iç dünyasını keşfettiği yıllarına denk gelir. Kendi deyimiyle “üzerine sinmiş tecrübelerin merceğinden bakıp da gördüğü insana, topluma, yaşama dair” yazıyor. En büyük ilham kaynağı sahici olana karşı duyduğu merak ve başlıca tatmin alanı da hakikati ifade etmenin insanları birbirine bağlayan eşsiz tabiatı.</p> <p>İlk kitabı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/mavi-orman/" target="_blank">Mavi Orman</a> Şubat 2011’de Kuraldışı yayınevinden çıktı. Mavi Orman&#8217;ı, 2013&#8217;te ilk romanı <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/roman/saklambac/" target="_blank">Saklambaç</a> izledi ve Yunanistan’da ve Türkiye’de aynı anda çıkacak olan yeni romanı Emanet Zaman ise tarihin bambaşka bir penceresinden, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarındaki İzmir’inden yine insana bakıyor, bütün sevinçleri, kederleri ve çaresizliği içinde insanı anlamaya çalışıyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This