Victor Hugo, yirminci yüzyılın sonu için şöyle kehanette bulunmuştu:
“Savaşlar bitecek, sınırlar kalkacak, dogmalar ölecek, insanlar yaşayacak. Yaşayan insan ümit dolu, yeni değerlerle ülkelere değil, dünyaya ait olacak.”
Dünya baş döndürücü bir değişimin içinde. Yirmi birinci yüzyılı barışla, sevgiyle, hümanist değerlerle kucaklamak istiyor. Hep beraber el ele barışı sağlama gücümüz var. Parçalanmış benliklerimizle barış, birbirimizle barış, doğayla barış, dünyayla barış… Etrafımıza baktığımızda bütün bunlara “hayır” demek için her türlü nedenimiz var. Ama her insanın kalbinin bir köşesinde “evet” ifade edilmeyi bekliyor. Bizi mağara döneminden uzay çağına getiren de bu “evet” değil mi? Ya eski değerlere sıkı sıkı bağlı kalarak mezara gideceğiz ya da yeniden daha güçlü bir şekilde doğacağız.
İlk bakışta, dünyanın içinde bulunduğu durumu değerlendirdiğimizde, tüm sorunların üstesinden gelinebileceğine inanmak ütopya gibi gelebilir. Her yıl altmış milyon insan açlıktan ölüyor, bu sayıdan çok daha fazla insan açlığın eşiğinde besleniyor. Dünya ülkelerinin tümünün her doksan saniyede silahlanmaya harcadıkları para bir milyon doları geçiyor. Barış zorlamalarla oluyor. Dünyanın yenilenemeyen kaynakları hızla tükeniyor… Ama!… Ülkeler hızlı seyahat araçları ve gelişen teknoloji ile gittikçe birbirine bağlanıyor. Dünyanın herhangi bir yerindeki ekonomik, ekolojik veya politik başarısızlık bizi yakından etkiliyor. Her ülke birçok yönden diğer ülkelere bağımlı. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri, dünya nüfusunun yüzde kırkını oluşturan otuz iki ülke açlık sorununu büyük ölçüde yendi. Çin kendine yetmeye başladı. Nüfus artışına karşı bir miktar da olsa önlemler alınıyor. Dünya okuma yazma oranı hızla artıyor… Ve insan hakları tüm dünyayı ilgilendiren vazgeçilmez bir konu haline geldi. Sorunlara farklı biçimlerde yaklaşmayı öğreniyoruz. Eski inançlar, kurumlar, sistemler çatır çatır yıkılıyorlar. Yeni sentezler, görüşler ortaya çıkıyor, yeni sorular soruluyor.
En önemlisi, insanlar güvenmeyi ve düşüncelerini değiştirmekten korkmamayı öğreniyorlar. Gerçek zekanın yeniliklere açık olmak olduğunu fark ediyorlar. Karşılıklı güvensizliğe dayanan bireysel ya da uluslararası ilişkilerin sonu geliyor. Yanlış tanrıların peşinde koşarak, birbirimizin politik, kültürel ve farklı bakış açılarını anlamadığımızda, onların motiflerini sorgulayarak bizden farklı düşünenlere hemen damgayı bastık bugüne dek: düşman! Onların da bizim gibi etten kemikten, düşünceleri, duyguları, sevgileri, korkuları olan insanlar olduğunu unuttuk hep. Ama çok açık bir gerçeği, insanların çoğunun kendince seçtikleri yol ne olursa olsun herkesin karnının doyduğu üretken, temeli sevgiye dayanan doyumlu, insanca yaşanan savaşsız bir dünyayı düşledikleri gerçeğini yeni yeni görmeye başlıyoruz.
Bugüne dek insan doğasına bencil, çıkarcı, kötülüğe eğilimli olarak negatif açıdan baktık. Böylesine düşüncelerin, böylesine barbar bir dünyayı yaratması da doğal olacaktı. Ama düşüncelerimizle yaşamımızı şekillendirdiğimizin yeni yeni farkına varıyoruz.
Gençlerimize, mağara devri atalarımızın yaşam mücadelelerinden gelen -kaydolmuş- korkunun yerine özümüzde ortaya çıkmayı sabırla bekleyen sevgiyi bırakmanın zamanı geldi. Dünya ailesinin bir ferdi olduğumuzu anlamanın, birbirimize düşmanca yaklaşmak yerine dostlukla yaklaşmanın yaratacağı güven, huzur ve sevgiyi tatmanın zamanı geldi.
Lütfen deneyin! Hiç sevmediğiniz, olumsuz duygular beslediğiniz birine sevgiyle, içtenlikle yaklaşmayı deneyin bugün. Ama hiçbir şeyin değişmeyeceği konusunda önyargılı olarak değil, olumlu beklentilerle yaklaşın bu insana.
Unutmayın, o da sizin gibi reddedilme korkusuyla dolu, o da sizin gibi sevgiye hasret. Sevgi pınarından bir tas sunun. Kendi içinizdeki sevginin çoğaldığına ve bunun sizi güçlendirdiğine tanık olacaksınız. Asık suratlı olmak yerine, tebessümle süsleyin yüzünüzü. Unutmayın, suratınızı asmak için yüzünüzde on üç kası çalıştırmanız gerekiyor, tebessüm etmek için ise sadece üç…