Şiddet benim hangi coğrafyamda, nasıl bir mevsim?
Şiddet içinde büyümüş bir çocuk, şiddetin hangi oyununu oynar hayallerden oluşmuş bahçesinde ve belki bir üst gerçekliğini kurar bu oyun içinde?
Şiddeti tanır mısınız? Saçları alevdendir, her bir telde saydam sicimler ucuna takılı kopuzlar uçuşur. Yavaş yavaş, sessizce ve belki göze batmayan sıradan bir fani gibi ilerler. Hemen öyle şıp diye tanınmaz bazen kendisi. Ara sıra, nazik gülümsemesi ile dudağındaki kıvrımda öfkeyi saklar alev saçlı şiddet. Şiddettir o ve içine girdiği şahıs içindir asıl tehlikesi.
Sen anlamadan, dudağının kenarında sakladığı gizli şiddet tohumunu dilinin üzerinde yavaşça eritip bir yutkunmayla midesine indirdiğinde, sen artık şiddet olursun ve en çok da kendini tarumar edersin. Şiddet karşıtı sayarken kendini, tam da şiddetin ta kendisi olmuşsundur, zararı en çok kendine veren.
Fiziksel yaralamadan daha yok edici, aşağılayıcı ve etkilidir, şiddetin dilinin ucundaki gizli zehir. Anlamadan daha ne olduğunu, içten yakalar seni. Yavaş yavaş kemirir. Kemirdikçe, senin içinde daha da büyür, çiftleşir, çoğalır ve tekrar tekrar dışsal şiddeti doğurur-besler-büyütür. İçten gelen her zaman daha güçlüdür bilirim. Çok çeşitli kolları vardır onun. Bakamazsan ona açıkça, o kollarıyla öyle bir sarar ki seni, nefessiz kalıverirsin bir gün ansızın. Kaybolursun.
Bu, benim şiddetimin görüngesi, herkesin şiddeti kendine benzer ve önce kendisini yakar.
Sizinki neye benziyor bilemem ama benimki sessizce dolaşırken içimde, çaktırmadan minik çizikler atar kalbime ve bir süreliğine çekip gider. Çizikler çoğaldığında, derinleştiğinde birleşip sızım sızım sızlamaya başladığında ancak anlarım ki, şiddetim uğramış bana, saçlarının ucundaki dikenli kopuzları savura savura.
Bazen kelimeleriyle, psikolojik saldırılarıyla (salaksın sen, aptal, başaramazsın ki, değersiz değersiz…), bazen fiziksel incitmeleriyle, bazen iğneleyici hiç de samimi ve komik olmayan şakalarıyla, bazen ben yokmuşum ve hiç olmamışım gibi bu evrende, umursamaz tavırlarıyla ki en büyük şiddettir bu insana bence, her türlü tecavüzle… şiddetim nefesini üfler içime.
Bilirim çok çok yıkıcı ve bulaşıcıdır her türlüsü şiddetin ve çok çabuk ürer, çoğalır, onu görmeyi reddedersem.
Siz hiç şiddete; hem de en sevdiğinizin şiddetin elleriyle hırpalanışına şahit oldunuz mu? Kocasının darbeleriyle sarsılırken, kendisini izleyen çocukları korkup üzülmesin diye hissettiği acıyı gizlemek için, ifadesiz bir surat takınmaya çalışmasına, gözlerinden yaşlar süzülürken “Acımıyor yavrum” deyişine…
Kardeşinizin elini tutarak kaçmak ve birilerini yardıma çağırmak istediğiniz ve babanız tarafından kulağınız çekilerek kapıdan döndürülüp tekrar o mayınlı bölgeye getirildiğiniz oldu mu hiç ? Hem de ağlamanız bile yasaklanarak? Sımsıkı tuttunuz mu korkuyu, acıyı, kardeşinizin sizinki gibi minicik elinde. Ben tuttum. Ve bilinçli hatırladığım ilk tohumuydu şiddetin içime ekilen.SAYFA-BOLUMU
Siz hiç yaşadığı fiziksel, cinsel, psikolojik şiddete dayanamayıp hayatını sonlandırmak isteyen bir kadının, kendi enkazı üzerine su dökerek, güneşli güzel günlerin ve bu günlerde serpilip çiçeklenmenin hayalini kurmasına ve her şeye rağmen hayat dolu, çocuk bakışlı olmasına şahit oldunuz mu? Ben oldum. Adı Zarife.
İlk defa, hiç tanımadığım birini hastanede ziyaret ediyordum. Ne ile karşılaşacağımı bilmediğim bu hastanenin ilaç kokulu odasının kapısını nasıl da ürkerek ve heyecanla açmıştım. “Çamaşır suyu içerek intihara teşebbüs etmiş, midesi ve birçok iç organı zarar görmüş, yemek yiyemediğinden serumla besleniyor. Bizden başka kimse yerini bilmiyor. Yıkanmaya, ilgiye, sohbete, sevgiye, bolca değer verilmeye ve bir de kol saatine (plastik basit bir şey olabilirmiş) ihtiyacı var. Adı Zarife.”
Kapının önüne gelene kadar, kadın derneğinden bir arkadaşın bu cümleleri uçuştu her yerimde ve annemi hatırladım. O zaman çocuktum. Yaralarını öpememiştim.
Zarife, zarafetten gelen ve bu zarafetiyle, ataerkil, erkek egemen, kaba saba, sevgisiz, tabularla kadını her yerden kuşatmış, her türlü şiddetle sindirmeye çalışmış yaşam içinde incinmişti işte. Canına kıymak ve kurtulmak istemişti bu ince kadın demek.
Bu düşünceler hızla geçip kayboldu zihnimde, onun çocuk çocuk bakan gözleri ile karşılaşınca. Küçücüktü bedeni. Kocaman kara gözleri, güleç yüzü, pırıl pırıl tostoparlak ay gibi beni karşılamıştı kapıda.
Yanakları içine göçmüştü kilo vermekten, çenesi iyice sivrilip öne çıkmıştı. Gözleri iki derin mağaradan, karanlıktan, onca karanlığa tezat ışıl ışıl bakıyordu. Kaşık kadardı yüzü. Birbirine geçmiş ve özensizce toplanmış saçları uzun süre yıkanmadığını anlatıyordu.
Gözüm gözüne değince hissettim onun Zarife olduğunu. Sanki bakışları hep kapıdaydı da gelişimi bekliyormuş gibiydi. Tüm ürkekliğim geçmişti bakışındaki sıcacık kucaklamayla. Yanına gittim ve hemen ellerimi avuçları içine aldı. Sarıldık sonra. Birbirlerini tanımamalarına ve bambaşka hayatlardan gelmelerine rağmen birbirlerinin yarasını hisseden ve ona dokunan iki kadın, sevginin tüm şefkatiyle ancak böyle sarılabilirdi.
Öyle mutlu oldu ki. Uzun zamandır bu hastane odasında hasret kalmış sohbetlere ve bir de fındıklı çikolatanın tadına. Hiç ama hiç, acısından, maruz kaldığı şiddetten, sıkıntılı yaşamından, kocasından bahsetmedi. İyileşince bizlere yemekler yapacağını, evime gelip bana yaprak saracağını, yaşamayı çok sevdiğini anlattı. Kelimeler ardı ardına neşeli çocuklar gibi koşuşuyordu küçücük, ince dudaklarında. Bu yataktaki haline aldanmamalıymış, aslında çok güzel kadınmış. Ve ben sorduğumda biraz yüzü gölgelenerek anlattı hastaneye geliş nedenini:
Kocasının dayaklarına, hakaretlerine, aşağılamalarına, tecavüzlerine dayanamamış bir gün. Küfürlü bir dayak ertesi kendisini kaybedip bir bidon çamaşır suyunu içmiş. Yo yo üzülmemeliymişim. Bir daha asla yapmazmış böyle bir şeyi. Aslında o çok neşeli ve yaşam doluymuş. Gülümsedim. Cıvıl cıvıl ellerine küçük hediye paketini bıraktım, konuyu daha fazla uzatmamak için. Heyecanla açtı paketi.
Bileklik kısmı minik kalplerden yapılmış metallerle süslü, zarif bir kol saatiydi hediyem. Duygulandı, küçücük parmaklarıyla saatin kalplerini okşadı konuşmadan. Takmam için bana uzattı. İncecik bileğine saati takışımı, nefes almadan izledi. Kalplere bir daha yumuşakça dokundu, sevdi onları, küçük bir kızın başını okşar gibiydi. Kendi yüreğine dokunur gibi.SAYFA-BOLUMU
Şimdiye kadar doğru dürüst evinden çıkmamış bu kadın her şeyiyle bana dokunuyordu; hayat aşılıyordu değdiği her hücreme. Ben ona değil de sanki o benim ziyaretime, o beni iyileştirmeye gelmişti. Annemi, kendimi ve nice benzer acıları yaşamış kadınları, insanları, onun, saatin kalplerini sevişinde daha da sevdim.
Peki ya benim kendi kendime şiddetim? Kim tanıyacak, kim anlayacak ve anlayışla kim bağrına basacak alevden saçlı şiddetimi? Kim sever ki benden başka onu, benden başka kim sevgisiyle onu sakinleştirip, özgürleştirip, dönüştürebilir. Benden başkasına gözükmez ki o.
Herkesin bir yolu vardır şiddetiyle tanışmak ve anlayış kazanmak için.
Yoga dersindeyim. Upavistha Konasana içine yerleşmeye çalışıyorum. Biraz daha eğilirsem, tamamdır başım yere değecek. Ve ince bir sızı kalça eklemimde. Aldırmıyorum. Yoga yapıyorum; eğitimin ilk günü, hocamın gözüne girmeliyim, en iyisini yapmalıyım.
Ah! Acı birazcık ama çok az daha arttı. Yoook canım çok önemli değil, devam edebilirim, kasıklarımı biraz daha bırakıp açarsam. Alevli bir dalga yavaş yavaş çarpıyor da yüzüme, küçük pençeler geziniyor da içimde… O kadar gizli ve katmanlı ve kat kat giysili ki, hiç tanımıyorum şiddetimi. Ve biraz daha açarsam… Ahhhh…
O gün kalçamda bana kendi şiddetimi hatırlatan bir iz bıraktı yoga. Her aşırıya kaçtığımda duyarsızca, saygısızca ve bedensel yapıma ters düşen asanaları, sınırları zorlayarak, kendime şiddet uygulayarak her yaptığımda, ince ince sızlayıp bana alevden saçlıyı hatırlattı.
Bu deneyim, kendime, geçmişten şimdiye dek uyguladığım nice şiddete bakabilmeme ve anlamaya başlamama vesile oldu.
İlk gençlik yıllarımın çalkantılarını ve kendimi yok etme isteğimin izlerini taşır kollarım. Bana hatırlatmak için şiddetimi, kollarıma yerleştiler yerleşmesine de, daha yeni yeni sürüyorum izlerini. İşaretleri okumayı yeni öğrenen acemi ama illa hevesli bir yaşam çırağıyım artık.
Hoşlanmadığım, tahammül bile edemediğim işte çalışmaya ne demeli? Her gün yıpranmış ve açlığı daha da artan bir ruhla biraz daha ölerek işten eve gelmeler; kendime uyguladığım şiddetin en vahimlerindendi benim için. Tanımaya başladıkça şiddetimi, yol kendiliğinden oluştu. Bıraktım ben de mecburiyetleri, sevmediğim meslekleri. Şimdi sevişme vakti kendimle ve yaşamla.
İçimdeki şiddetin resmini yaptıkça ve yaptığım resme açıklıkla baktıkça, renkler birbirine geçiyor, şekiller değişiyor. Artık resimden bana akansa samimiyet ve kabul. Bunların mucizesi ise anlatılacak gibi değil…
Yoga sutralarında yamaların ilkidir ahimsa. Himsa şiddet demektir, ahimsa duyarlılık ve mümkün olabildiğince şiddetsiz olmaktır. Yoga uygulamam, ahimsayı araştırmak ve bedenden gelen bilgilerle öğrenmek için bir alana açıyor bana. Bakıyorum artık nerede şiddetim rüzgârını savura savura çıkageliyor ve ben onun ağzından alıveriyorum ıslığı.
Mümkün olabildiğince bakıyorum. Ve karşılaşırsam şiddetle, ona da duyarlılıkla yaklaşmayı deniyorum. Yoga, bu alev saçlı şiddetle tanışmam için iyi bir yol oluyor bana. Fark ettikten sonra şiddeti, artık eşkali bilinen biri olduğu için kendileri, yaşamımın her alanında kokusunu, ağzında tuttuğu tohumun tadını, çok da çığırtkan olmayan, gizli psikolojik şiddet uygulayan kelimelerini-sesini tanımaya başladım az az.
Bir dahaki karşılaşmamda, şiddetime tebessüm ederek en tatlı melodileri mırıldanacağım ve ona “AHİMSA” diyeceğim. Dans edeceğim şiddetimle. Dansın akışında onun erimesini, sevgimle sulanan toprağa karışmasını ve oradan yeniden tomur tomur çiçeğe dönüşmesini seyredeceğim. Zarifeler gibi. Mümkün olabildiğince. Zorlamadan, çabalamadan, kolumdaki, kalçamdaki, hafızamdaki ve yüreğimdeki sızıların ışığında, yumuşakça, evet, evet yumuşakça onu dansa davet edeceğim.
Namaste