“Belli bir seviyede gerçekle hayali ayırt etmek artık imkânsız hale gelir.”
(Harry Lorayne’nin Sokrates’e ait olduğunu söylediği bir söz)
Ders başlarken öğretmen küçük bir kâğıt parçasından değerlendirme sonuçlarımı okuyordu. Öğrenme güçlüğüm olup olmadığının tespiti için bir profesyonel tarafından test edildiğim kafa karıştırıcı bir günün sonuydu. Sonucu okumama henüz izin vermemişlerdi ama insanların söylediklerine dayanarak DEHB’li ve disleksik olduğumu, ayrıca duymayla ilgili sorunum olduğunu biliyordum. Bu kâğıdı okuduktan sonra her bir öğretmenim bana farklı davranmaya başladı ve bu fark her zaman iyi yönde olmadı. Beni zorlayan şeyleri aşmama yardım etmek yerine bana verdikleri zamanı azaltmaya başladılar. Ümitsiz vaka gibi hissediyordum. Motive olmaya ihtiyacım vardı.
Ne var ki motivasyon her zaman ilham ya da destek veren akıl hocalarından gelmez. Keşke hikâyem böyle olsaydı, ama benim motivasyonum aşağılık bir heriften geldi.
En nefret ettiğim lise sınıfım kolay bir sınıftı. Fazla kolay.
Bay Ross sınıfa şöyle seslendi: “Pekâlâ millet, dinleyin. Notlarınızı yükseltmeniz için size yardım etmek istiyorum; ama elimde bir şey olması lazım ki size verdiğim not geçerli olsun. Bu yüzden şu haritaları boyayın.”
Coğrafya dersimiz boyama ve el işi dersine dönüştüğünde derslere başlayalı bir ay olmuştu.
Normalde sessiz bir kız olan Becky “Öğrenme böyle olmaz. Bunu yaptığımıza inanamıyorum” dedi.
Arkasında oturan oğlan Mark “Kapa çeneni” diye onu azarladı. “Bize zor bir şey mi versin istiyorsun? Doldur gitsin, A alacağız işte!”
Becky bu sefer daha yüksek sesle protesto etti: “Bu derse daha yeni başladık ve hemen birer başarısızlık abidesi olduğumuza karar verdiniz, öyle mi?”
Diğerleri onaylayan sesler çıkardılar.
Bay Ross tüm muhaliflere yönelik olarak “Sizin derdiniz ne? Genel seviyedesiniz. Tek yaptığım bir gün mezun olabilmenizi sağlamak.”
Bense gözlerimi zorlukla açık tutuyordum çünkü ders beynimi uyuşturacak kadar sıkıcıydı. Sonradan DEHB’li kişilerin zorlanmaya ihtiyacı olduğunu öğrenecektim. DEHB’li bir zihin için yapılacak en kötü şey işleri kolaylaştırmaktır. Böyle bir durumda tüm motivasyonumuzu kaybederiz. Bizim en büyük mücadelemiz içimizdedir, yani beynimizin bir şeyi önemsemesini sağlamakta. Çıta çok aşağıda olduğu zamansa bir şeyi önemsememiz mümkün değildir. Neredeyse ikinci kez uykuya dalmak üzereyken ellerim ceplerime kaydı ve bisiklet kilidimin anahtarını kaybettiğimi fark ettim.
Anahtarımı son iki haftada hemen her gün kaybetmiştim. Her seferinde farklı yere bırakıyordum. (Bir başka yaygın DEHB özelliği.) Anahtarı bir kolye ya da bileziğe takmayı denedim ama kordon koptu. Bu yüzden başka bir şey denedim.
* * *
İnsanlar hikâye anlatan yaratıklardır çünkü şeyleri zihinlerinde canlandırırlar. Biri bir hikâye anlattığında ister gerçek ister kurgu olsun, beynimiz hikâyeyi -en azından kısmen- hayalimizde canlandırır. Bu bizim komplike bilgileri ve deneyimleri başkalarına aynı riski taşımadan aktarmamızı sağlayan bir hayatta kalma mekanizmasıdır.
Zira bizler hayal etmekle kalmaz, hayal ettiğimiz şeyi deneyimleriz de aynı zamanda. İnanmayan tarafımızı askıya alır, hikâyeyi sanki bizim başımıza geliyormuş gibi canlandırırız. Film izlerken ağlayabilmemizin, gülebilmemizin, hatta korkabilmemizin nedeni budur. Hepsinin kurmaca olduğunu biliriz, ama beynimiz gerçek olduklarını düşünür. Aynı mekanizma, beynimizin gerçek olduğuna inanmasını istediğimiz herhangi bir şeyi zihnimizde canlandırırken de işler. Ve unutulmaz şeyleri zihnimizde canlandırarak hafızamızı geliştirebiliriz.
Patlayan Anahtarlar Taktiği
Bir şeyi nereye koyduğunuzu hatırlamanın sırrı, onu bir yere koyduğunuz an çok akılda kalıcı bir imgeyi hayal etmektir. Benim en sevdiğim, anahtarlarımın patladığına dair bir imgedir. Bir süre sonra bunu alışkanlık haline getirdim ve otomatik olarak yaptığım bir şeye dönüştü.
Eşyalarımı bir yere koyuyor ve altlarındaki bir bombanın patlayarak hepsini odanın farklı köşelerine uçurduğunu hayal ediyorum. Bu imge uzun bir günün ardından bile aklımda kalıyor. Bu eşyaları düşündüğüm anda aklıma gelen ilk şey o patlama oluyor ve eşyalarımı nereye koyduğumu hatırlıyorum.
Anahtarımı kaybettiğimi fark ettikten sonra dersin sıkıcılığından kaçıp hayal etme egzersizime sığındım. Anahtarımın patladığını düşündüm ve birkaç derin nefes aldım. Her nedense onu banyoya koymuştum. Mekân kafamda çok netti ve bu kez patlama imgesi zihnime o kadar hızlı erişmişti ki şoke olmuştum ve ağzımdan bir şaşkınlık nidası fırlamıştı.
“Derdin ne David? Aptal mısın?” dedi Bay Ross doğruca yüzüme.
Pervasız sorusu beni transımdan uyandırdı. Yüzüne fener tutulmuş tavşan gibi kalakaldım. Bütün sınıf dönüp bana baktı ve ben bir anlığına utançtan sınıf etrafımda dönüyormuş gibi hissettim.
“Sana hayatında alacağın en kolay A notunu veriyorum. Al şunu gitsin” dedi.
Sonunda konuşabildim: “Böyle şeyler yaptığımızda odaklanamıyorum. Gözlerimi açık tutmakta bile zorlanıyorum” diye cevap verdim. “Hedeflerime ulaşmama yardım edecek şeyler öğrenmek istiyorum.”
“Hedeflerin neymiş?” dedi Bay Ross imalı gülüşüyle.
“Kendi işimi kurmak, sahneye çıkıp konuşmalar yapmak ve belki teknoloji ve pazarlama konularında çalışmak istiyorum.”
Televizyonda geceleri yayımlanan uzun bilgi içerikli reklamlardan dolayı pazarlama konusuna takıntı geliştirmiştim. Arkadaşım Scott’un babasında Tony Robbins’ten Dale Carnegie’ye, bu tip programlardan oluşan geniş bir koleksiyon vardı. Onları izlemeye bayılırdım. Hafıza tekniklerini ilk bu programlarda öğrenmiştim ve bu tutku beni bu programların pazarlanışına takıntılı hale getirmişti.
Hâlâ çözüm arayışına devam ederek sordum: “Bayrakları ya da ülke isimleri ve başkentleri öğrenmek gibi faydalı bir şeyler yapsak?”
Bizi biraz daha zorlayacak olan bu ders içeriğini onaylayan kafalar görmek beni şaşırttı.
“Dosyanı okudum David.” Bana konulan teşhisten söz ediyordu. “Odaklanamadığını da biliyorum. DEHB’li ve disleksik olduğun için kendi işini falan kuramazsın. Ayrıca muhtemelen kinestetik öğrenen birisin. Pazarlama ya da teknoloji alanında da çalışamazsın. Ben burada senin mezun olmana yardım etmeye çalışıyorum. Beklentilerini düşürmen gerekiyor.”
Boğazım kasıldı. Hiçbir şey söyleyemedim.
“Ve Becky? Senin ne derdin var? Cidden… Hepiniz mi aptalsınız?” dedi gözlerini sınıfta gezdirerek. “Zaten genel ortalama seviyesindesiniz. İşleri bu yüzden kolaylaştırıyorum. Ben sizi düşünüyorum. Hayatta çok yüksek yerleri hedeflerseniz hayal kırıklığına uğrarsınız. Şu haritayı boyayın ki bu yıl sınıfı geçebilmeniz için gereken ekstra krediyi size verebileyim.”
Etrafa baktım. Öğrencilerin yarısı sanki işlediği cinayet yanına kâr kalmış gibi sırıtıyordu. Belki diğer derslerde zorluk çekiyorlardı ve sonunda notlarını yükseltmenin yolunu bulmuşlardı. Ne var ki öğrencilerin diğer yarısı sıralarına gömülmüştü ne gülüyor ne de gülümsüyorlardı.
Bir öğretmenin, size hiçbir şey öğrenemezmişsiniz muamelesi yaptığında verdiği bir mesaj vardır: Sana değmez. Yaptığım en büyük hata buna inanmak olmuştur.