Yüzleş, kucaklaş, özgürleş…
Kainatın ezeli ve ebedi çilekeşleri olarak kendimizi gönüllü olarak içine tıktığımız o çilehanede duyardık bu sözü sık sık…
Şaşardık ruhumuzun en karanlık yerlerinde, kuytularında köşelerinde kalmış acılara…
Ama yılmazdık…
Kazdıkça daha derine inerdik…
Acı acıyı çeker çıkarırdı gün ışığına…
Aydınlığın hüzmeleriyle yok olurken gölgeler birer birer, görünmez sancılarla kıvranırdık…
Medet Ya Rab, derdik, medet!
Kimse ama hiç kimse zorla sokmamıştı bizi bu yola.
Bizler, sonunu bilmediğimiz, tahmin bile edemediğimiz bu yolculuğa, çırçıplak, savunmasız ruhlar olarak çıkmıştık bir kere.
Sonsuza açılan kapıdan geçmeyi yok olma, yitip gitme pahasına göze almıştık…
Geri dönüşü yoktu yolun…
Tanrısını arayan umarsız, kanadı kırık kuşlar gibiydik her birimiz.
Hem birdik hem ayrıydık.
Hiç kimsenin göremeyeceği, bilemeyeceği gizli kahramanlardık kendi küçük kozalarımızda.
Hepimiz o kozanın dışına çıkmak için çırpınıyorduk. Kimi zaman bilinçlice kimi zaman bilinçsizce…
Birbirimizden hem haberliydik hem değildik. Kendimizi ötekinde buldukça anlıyorduk öteki diye bir şeyin olmadığını.
Lakin, çilehanede kaybolunmaz asla…
Aklı ve yüreği perdeli olanlar aksini sansalar da kainatın değişmez gerçeğidir bu.
Kaybolanlar çilehanenin dar kapısından girmeyi göze alamayanlardı. Dünyanın yüzeysel zevklerinin esaretinden kendini kurtaramayanlardı.
Kendisi olma cesareti olmayanlardı.
Bizlerse bütün kavurucu korkularımıza rağmen gözlerimiz kapalı ateşin içine daldık.
Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, asla yalnız olmadığımızı, hepimizi birbirine bağlayan kozmik bağları ateşin içinde iken idrak ettik.
Yanıp kül olurken ve küllerimizden yeniden doğarken gördük benim, senin ve onun olmadığını. TEK’liğin farkına vardık…
İşte o kül oluşlardır bizleri böylesine neşeli yapan, dışarıdan perdeli gözlerle bakanlara bize dair gamsız ya da çılgın izlenimi verdiren…