Fatih Akın’ın The Cut filmi Türkiye için milat niteliğinde… 100 yıl
boyunca yok sayılan ve “Böyle bir şey olmamıştır” denilen, üstelik aksi yönde
iddialar dile getiren kişilerin derhal tehdit ve şiddet oklarına maruz
bırakıldığı konu hakkında dolaylı olarak çekilebilen birkaç belgesel ve
bir sanat filmi dışındaki ilk film bu; net, dürüst, geçmişle yüzleşmeye götüren
tavrı ile bir şifa çalışması adeta…
İrili ufaklı da olsa geçmişin travmalarını taşıyoruz. Bir bilgenin
dediği gibi ahir zamanlardan geçmekteyiz ve artık sadece kendi
hayatımızdaki eylemler değil bizden önceki nesillerin eylemleriyle de
yüzleşme dönemi bu… Tıpkı The Cut filminde olduğu gibi önce geçmişi
dürüstçe görmek, ardından Nazaret Usta’nın Halep’i terk eden Osmanlı
ahalisine atamadığı taş gibi tüm tarafların ötesine geçme zamanı -ki
bence filmin en değerli sahnelerinden biri bu.
Özenle seçilmiş oyuncular, mekanlar, Tahar Rahim’in muhteşem
performansı ve Fatih Akın’ın projeye koyduğu emek ve yürek takdire
şayan… Bartu Küçükçağlayan’ın ise filmde görüldüğü
kısacık sürede kurduğu birkaç cümlenin ötesinde toplumsal
olarak dönüştürücü olabilecek bir rolü olduğu kansındayım. Filmin ana
karakteri Nazaret Usta’nın yaşadığı hayati tehlike, acı ve yokluk
içerisinde geçirdiği değişim, insanlığını ondan almıyor, aksine daha
da güçlendiriyor. ABD’de demiryolu yapımında çalıştığı sırada,
konuşamadığı ve ne olduğu anlaşılmadığı için dönem ve bölgenin ayrımcı
dili tarafında “Pis Yahudi” diye aşağılanırken Kızılderili bir
kadına tecavüz eden iş arkadaşını, yiyeceği dayak pahasına durdurması
Hrant Dink’in “Demokrasi ve insan hakları, hepimiz için” söylemini
hatırlatıyor…
İlk 20 dakika hepimizin sabır ve tahammül sınırlarını zorlayan bölümün
ardından hissedilmeye başlanan umut ve yaşamsallığın devamı önce kısa
ve kesik, sonra daha derin nefesler ile hissettiriyor
kendini. Kaybedilenler, geride kalanlar olsa da yaşam hep kazanıyor
kendini yeniden doğuran ve yenileyen yapısı ile.
Sinematografik eleştiriler film okulları ve sinema çevrelerinde
tartışıladursun, dilerim filmin varlık sebebi ve ortaya çıkış
motivasyonu olan mevcut bastırılmış travmalar ile yüzleşme hali
bağımsız psikolog, sosyolog ve tarihçiler tarafından gönül
gözü ile görülür. Hatta izleyiciler birlikte gözyaşı dökebilirler
şimdiye kadar birikmiş tüm acı dolu şiddet tarihimiz üzerine… Bu
önerileri getirmekteki amacım bir katarsis yaratmak değil ancak geçmişten daha ne
kadar kaçabiliriz ?
Yaşadığımız an içinde dış dünyada süregelen politik, ekonomik, sosyal
problemler için daha ne kadar iktidarları suçlayıp durabiliriz?
Kendimize dürüst olmadıkça, kendimize cahil kaldıkça “devlet” denen mekanizmanın bize adalet ve özgürlük vermesini daha ne kadar bekleyebiliriz?
Yaşam, mevcut politik fragmanların ötesinde, çok katmanlı bir yapıda,
özünde bedenimizde taşıdığımız ruhların tercihlerine göre
şekillenir.
Hakikatten kaçış, suçlama, bastırma, karalama bireysel ve toplumsal
boyutta nereye kadar sürebilir? Bu bize kısa ve uzun vadede ne
getirir?
Hepimiz, nihayetinde aynı özü taşıyan, Allah’ın özenle yarattığı kullarız. Hangimiz diğerimizden “daha”yız? Hangimiz diğerimizden ayrıyız?
Yukarıdaki soruları boşlukları ile birlikte size bırakıyorum.
Nazaret bir risk alıyor, bir yola çıkıyor, sonunu bilemediği,
sonucundan emin olmadığı bir yol; hayat yüreğimize beliren
niyetlere doğru böylesi riskleri almadan büyütmüyor bizleri…
Herkesin sevgiyi, kabulü, onayı, anlayış ve değeri dışarıdan beklemek
yerine önce kendine sonra etrafına verebildiği bir dünya diliyorum…