Spiritüel baypas kozmolojisinde öfke ağır bir yüktür, negatif bir yüktür, sevgiyle aydınlık içinde yaşamaktan çok ama çok uzaktır. Spiritüel olarak ileri seviyeye ulaşmış kişilerin ifade etmeyeceği veya açığa çıkarmayacağı bir şeydir. Açık açık öfkelenmek spiritüel olarak yanlış bir şey olarak değerlendiriliyor birçok çevrede. Hatta bazılarında öfke bir engel veya saflığı bozan şey olarak görülüyor (pek çok Budist öğretilerinde böyledir mesela). Bu görüşe göre öfke saldırganlıktan, düşmanca bir tepkiden başka bir şey değil; daha “iyi” bir hale mesela şefkate, merhamete dönüştürülmesi gerekir. Ama aslında öfke ve merhamet bir arada var olurlar; öfke katılmış merhamet zıtlıkların birleşimi değildir.
Meditasyon yapan pek çok kişi öfke dahil “hastalıklı” durumlarının bir hal çaresine bakmak için çaba harcıyor. Ama bu durumların üstünü örttüklerinin, bu durumlarını karanlığa gömdüklerinin farkında değiller. Bastırılan duygular, biz spiritüel olduk diye yok olmaz! Doğrusunu isterseniz, daha da kötü bir hal alırlar. Bastırılan öfke hâlâ oradadır ve ne kadar mülayim bakarsak bakalım, su yüzüne çıkacaktır. Öfkelerini ifade ederken aşırıya kaçanları en yumuşak, en nazik tavrımızla yargılamak da öfkenin açığa çıkmış halidir. Bu yargılama çok yumuşak bir şekilde, kibarca veya mantıklı bir şekilde dile getirilebilir gerçeği yargılayışımızı daha az eleştirel ya da daha az utandırıcı bir şey yapmaz. Nasıl ifade edersek edelim sonuçta karşımızdakini yargılamış ve utandırmış oluruz.
Öfkeyi çöpe atmak çok kolay. Her şey bir yana öfke bize “hâkim” olduğu zaman, şiddete, kin gütmeye, nefrete ve sevgisizliğe daha çok meyilli değil miyiz? Hatta bu hâkimiyetten bir şekilde kurtulduğumuzda bile canavarı zapt etmiş, kontrol altına almışızdır -ama canavar hâlâ parmaklıklar ardında volta atıyor, her an zarar vermeye hazırlanıyordur. Biz de her an tetikte, her an uyanık bir hayvanat bahçesi görevlisi. Bazıları ise öfkesini romantik bir hale getirir, duygularını dökmesini ve dürüstlük adına “doğal” tepkilerini çekinmeden, rahat bir şekilde ifade edişini savunmak için mantıklı ve kabul gören açıklamalar yapar.
Her iki durumda da öfke sanki içeriden yaratılan bir oluşum, dizginlenmesi ya da serbest bırakılması gereken bir şey olarak görülüyor. Psiko-spiritüel kamplar öfkenin dışarıya çıkmasına izin vermenin veya öfkeyi içerde hapsetmenin zararlarını tartışıyor hâlâ. Onlar tartışa dursunlar ama bu tartışmalardan çok daha fazlası yapılabilir. Öfkemizin anatomisi ve tarihi ile yakınlık kurunca ve öfkemizi temiz bir biçimde -yani suçlamadan, utandırmadan ve saldırmadan- ifade edince öfkemizin hiddeti şiddeti bize ve etrafımızdakilere engel olmaz. Aksine hem bizim iyiliğimize hem başkalarının iyiliğine engel olan bütün davranışların ve bütün sorunların üzerine giderek yarar sağlamış olur.
Öfkenin özünde herhangi bir terslik, herhangi bir yanlışlık yok; çok da önemli bir sorun değildir öfke -bir olumsuzluk işaretidir, ruhsal performans düşüklüğünün veya “daha derin” bir şeyden kaçınmanın göstergesidir. Yahut ilgisizlik, umursamama, duyarsızlık belirtisidir. Asıl sorun öfkemizi nasıl kullandığımızdır. Gelin, bir bakalım öfkemizle nasıl bir ilişki kuruyoruz: Öfkeyi aklımızı, mantığımızı gölgelemek veya karıştırmakla mı suçluyoruz -hırsımın kurbanı oldum diyerek en eski bahanemizi kullanıp kurban olarak mı gösteriyoruz- ya da öfkeyle her ne yapıyorsak bunun sorumluluğunu üstleniyor muyuz? Ardına incinmişliğimizi mükemmel bir şekilde sakladığımız cephaneden bir silaha mı dönüştürüyoruz öfkemizi ve böylelikle savunmasızlığımızı meşrulaştırıp körüklüyoruz muyuz? Ya da bunun yerine onu olabildiğince şeffaf, geçirgen olarak mı tutuyoruz; uygun bir şekilde tam olarak ifade ederken bile savunmasız kalarak? Öfkemizi intikam almak, ödeşmek, puan kazanmak, karşıdakini etkisiz hale getirmek veya insan gibi konuşup tartışmadan kaçmak için mi kullanıyoruz? Belki partnerimizle yakınlığımızı derinleştirmek; ölmüş duyguları, canlandırmak için kullanıyoruz öfkeyi, ne dersiniz?
Öfkemizi kabul etmemek, reddetmek, kötülemek, bastırmak, hapsetmek kısaca öfkemizin hakkını yemek o kadar kolay ki. Öfkemize nefes alacağı, hayatını iyileştirici çok az çıkış noktası bırakıyoruz. Tıpkı uzun süre kafese kapatılmış bir hayvan gibi, bir çıkış fırsatı bulduğunda ya da serbest bırakıldığında azgınlaşıyor. Böylece onun yuvamızı tehdit eden bir canavar gibi hapsedilmesi gerektiği konusunda hiçbir şüphemiz kalmıyor. Çok yaygın olmamakla beraber öfkemize zafer tacı giydirmek de çok rahat yaptığımız bir şey. Ama aynı derecede zarar verici sonuçlar doğurur. Öfkesini baskılamış, engellemiş birini “öfkesinin içine girmeye” teşvik etmek, yüreklendirmek yalnızca zorunlu öfke gösterisine yol açar. Bu da içini iyileştirmek yerine onun basit (ve saldırganlığı da arttırıcı) boşaltma yöntemlerine aşırı güvenmesine sebep olacaktır.
Ne yazık ki öfkemizle yakınlık kurmak o kadar kolay değildir. Sıcaklığına, alevine, püskürttüğü ateşe aklımız başımızda kalarak yaklaşmak çok şey ister bizden. Ancak bu birlikteliği istemezsek -ve nihayetinde gerekli görmezsek- öfke ateşinin sadece sıcaklığını değil, ışığını da göremeyecek, bu ışıktan kendimizi mahrum etmiş olacağız. Öfke ateşi yaralarcasına yaktığı kadar, aydınlatır da. Her şey öfkeyle ne tür bir ilişki kurmayı seçtiğimize bağlı. Öfkeye düşman muamelesi de yapabiliriz dost muamelesi de. Uygunsuz bir şey veya insanı gerileten bir eylem, bir kaynak, saldırganlığa bir vesile veya daha derin yakınlık kurmak için bir çare olarak görebiliriz -bu bizim seçimimiz. Ancak seçimimiz ne olursa olsun şunu çok iyi anlamamız gerek: Öfke uzak durmamız gereken, kurtulmamız gereken, yenmemiz gereken bir şey değildir. Ancak öfkemizi kullanma biçimimiz hastalıklıdır ve bu hastalığımızı sağaltmak zorunludur. Tabii bunu yapabilmek için de öfkeyi çok iyi tanımak gerekir.
Öfke; insanı zorlayacak şekilde, şiddetli biçimde hissedilen haksızlığa uğramışlık, mağdur olmuşluk hissinin (budur pek çok öfke türünün ruhsal özelliği) ve buna karşılık vermek, etkisini yok etmek üzere ortaya çıkan, potansiyel olarak harekete geçiren bir gücün birleşmesiyle canlanan hararetli, kızgınlık durumudur. Her ikisi de biyolojik, fiziksel ve kültürel olarak birbirine karşılıklı bağlıdır.
Şunu bilmek de çok çok önemlidir: Öfke her zaman bizim öfke olarak bildiğimiz şekilde ortaya çıkmaz. Belli başlı davranışlara bakarak -tek bir duygu olmayan ancak kızmaktan kudurmaya kadar değişen seviyelerde birbirlerine yakın duygulardan oluşan- öfkeyi tespit edebilir miyiz? Maalesef hayır, yapamayız. Kişi öfkeyi tanımlayan bildik davranışlar göstermediği halde de öfkeli olabilir. Öfkelendiğimizde masayı yumruklamak, trafikte yolumuzu kesmeye cüret eden salağa lanet okuyup veryansın etmek yerine yanımızdaki partnerimizi memnun etmek için daha çok çaba harcayabilir veya başkasına yardımcı olacağını bildiğimiz bir bilgiyi gülümseyerek saklayabiliriz. Peki, bu durumda biz kendimiz -veya başkaları- davranışımıza bakarak öfkeli olduğumuzu fark edebilir miyiz? Maalesef hayır, bunu da yapamayız!
Aynı şekilde bazı hislerin var oluşuna tanıklık ederek öfkeyi tespit etmek mümkün mü? İki duygu, gıpta etmek ile gönül koymak mesela, aynı görünebilir. Aynı fizyolojik özelliklere sahipler ama birbirinden farklı duygulardır. Bu farklılık öznellikten -yani hangi çerçeveden baktığımızdan- kaynaklanır. Duyguları, yaşanan durumun içeriğine uyumlayarak birbirinden ayırt edebiliriz. Ancak bu uyumlamayı hiç farkında olmadan yaparız.
Bedenimizde duyumsadığımız hisler genellikle duyguyu o kadar içine alır ki bu hisleri duygunun kendisiyle karıştırabiliriz. Ne var ki duyguyu hissetmek o kadar kolay değil. Öfke, yalnızca bir his değil aynı zamanda tutumdur. Duyguyu ölçebiliriz ama hissi ölçemeyiz -öfkemizden “haklı” veya “haksız” şeklinde söz ederiz ama kusmak gibi hissimiz için “haklı” veya “haksız” der miyiz?
Öfkemiz geçebilir ama bir dakika önce öfke olarak tanımladığımız hisleri hâlâ hissediyor olabiliriz. Mesela, benim yepyeni arabamı çizdiğiniz için size ateş püskürürken, çok güvendiğim bir arkadaşım aslında olayla hiçbir ilginiz olmadığını ve tamamen masum olduğunuzu söyledi. Ve birden bire size kızgınlığım geçti. Olayla ilgili değerlendirmem kökten ve o anda değişti. Ancak bir dakika önce hissettiğim hisler -kalbimin küt küt atması, yüzümün kıpkırmızı olması, omuz tutulması, eller vurmaya hazır- azıcık hafiflemiş olsa da varlığını devam ettiriyor. Peki, böyle bir durumda bu hissettiklerime öfke hisleri diyebilir miyim? Hayır, çünkü onları değerlendiren yapı -veya duygusal kaide (altyapı) değişti. O halde öfke ile ilişkilendirdiğimiz, öfke ile birlikte anılan hisleri öfke ile karıştırmamak çok önemli. Kan beynime sıçradı dediğimiz en aşırı boyutta bile, öfke bilişsel bir eylem olduğu kadar his kaynaklı bir eylemdir. Demin verdiğimiz örnekte olduğu gibi yaşadığımız durumu yorumlayışımıza göre ya çok hızlı yükselir ya da çok hızlı iner.
Öfkenin saldırganlıkla aynı olmadığını da bilmek çok önemlidir. Saldırganlıkta adı üstünde saldırı vardır ancak öfkede saldırganlık olabilir de, olmayabilir de. Saldırganlık çoğunlukla öfkenin ürünü değildir. Daha çok öfkemizi ve temelinde yatan yaralanmışlık ve savunmasızlık hislerimizi yadsımanın sonucudur. Saldırganlıkta şefkat, savunmasızlık yoktur. Ama öfke ne kadar şiddetli olursa olsun ve ne kadar şiddetli ifade edilirse edilsin şefkat ve savunmasızlık hizmetinde çalışır. Ne var ki öfke, hem seküler hem spiritüel kültürümüzde hâlâ saldırganlık ile eş anlamlı olarak görülüyor.
Öfkeyi saldırganlık -ya da saldırganlığın nedeni olarak- olarak görmek onu “daha aşağıda” veya “ilkel” bir duygu, spiritüellikten uzak bir şey olarak sınıflandırmamıza sebep oluyor. Ancak öfke ilkellikten uzak iken, öfkeliyken ne yaptığımız da uygarlıktan çok çok uzak olabilir! Yaralamaya yol açan öfke, ne kadar hafif olursa olsun, kesin olarak öfke değildir; düşmanlıktır, kindir, husumettir. Kendi yaralanmışlığını, savunmasızlığını maskeleyen öfke gerçekte öfke değildir; acımasızlık, taş yüreklilik, nefrettir; ben seninle güçlü olabilirim demek yerine ben senden daha güçlüyüm diye bas bas bağırmaktır.
Şiddet -saldırganlığın vahşi boyuta ulaşması- bireysel sınırları görmezden gelir, önemsemez, ayaklar altına alır çiğner, dinamitle patlatır. Fakat öfke, birçok durumda, bu sınırları korur, kollar; en nihayetinde kararlı bir şekilde görünmesini sağlar ve yakınlaşmaya, bütünleşmeye giden yolu aydınlatır. Yolda ne engel varsa hepsini yakar, kül eder; hem de bu engelleri koyanları istismar etmeden. Şiddet öfkenin bir sonucu değildir ancak öfkenin kirletilmesi, istismar edilmesidir.
Ne var ki burada potansiyel bir şifa var: Eşitlik tersine çevrilebilir; saldırganlık, düşmanlık, nefret, husumet ve kontrol edilemeyen öfkenin hastalıklı ürünleri tekrar öfkeye dönüştürülebilir. Bu dönüşüm öfkeyi kusmakla ya da bu olumsuz durumların enerjisini uyuşturmakla gerçekleşmez. Öfkeyle ilgili bize baskı yapan, bizi büzen yargılarımızdan kendimizi özgürleştirerek gerçekleşir. Böylece öfkenin aşırı yoğunluğu serbest hareket edebilir ve şefkat dolu, sevgi dolu uyanmış bir odaklanma ile bir arada var olabilir. Bu anlamda, dünyanın daha az değil, daha çok öfkeye ihtiyacı var -özellikle sadece içgüdüsel olan değil aynı zamanda yürekten gelen öfkeye.
Makalede geçen “Duyguyu ölçebiliriz ama hissi ölçemeyiz…”
Kavram karmaşası mı mevcut: his, duygu’nun arapça karşılığıdır.
Duygu ölçülebilir, his ölçülemez cümlesi mantık yanlışı içermekte.
selamlar.