Ufacık sandalyelerinden başka bir şeye hükmedemeyen ofis sakinleriyiz biz. Günü nasıl geçireceğimizi ileten kâğıtlarımız var elimizde; madde madde yazıyor orada adımlarımız. Ama yazmayan şeyler de var: bedeller, örneğin.

Yoğun mesailerde, devamlı değişen gündemlerle boğuşurken sigara molasında sarışın, alımlı -beyazyaka değil de manken olmalıydı, diye düşündürten- kadın, değişime çok hızlı uyum sağladığından bahsediyordu övünerek. Hayatta kalmak için mecburen geliştirdiğimiz yetilerin zavallılığını görmeyip bir de üstüne gurur duymamız gerekiyor anlaşılan!

Rahata ermek için ise, üstlerine göre, “henüz hazır değilsin” ve “onlar zaten seni senden daha iyi biliyor; yani ne olduğunu ve senden ne olabileceğini daha senin en ufacık fikrin yokken biliyor onlar. Eh, en azından birilerinin bir yargısının olması insanı rahatlatıyor.

Geçenlerde izlediğim, Studio Oyuncuları’nın sahnelediği “10 Adımda Unutmak-Anti Prometheus” isimli tiyatro oyununun ardından zihnime üşüşen düşünceler bunlar.

Canımı yaktı oyun. Unutmanın da belki sekizinci adımındaydım üstelik, az kalmıştı hani. Üzerinden epey zaman geçmişti işimden ayrılalı. Bir sürü dakika, gün, hafta, ay ve yıl süren bilfiil atıllığımın… İnsan kendi hayatını nasıl da böyle umursamazca iptal edebiliyor. Her gün kalbini sıkıştıran mengenesine nasıl da ana kucağı gibi sarılıyor. Yöneticisinin, iş arkadaşının “motivasyon” güdümlü takdirlerine nasıl da annenin memesindeki bebek misali yapışıyor. Bedeninden, ruhundan, ilişkilerinden yani kendinden vazgeçmeye gönüllülüğü nereden buluyor.

Omzumdaki sinir sıkışmaları, ellerimde ve dizlerimde zorlanan esneklik, hayata duyduğum öfke ve hayal kurma cesaretimin yitmesine neden olan eğer bir koca dayağı olsaydı -ve bu olay kadın haklarının daha kollandığı başka bir ülkede geçseydi- çoktan cezalandırılırdı bunu yapanlar. Ama iş hayatının “doğal” bir sonucuydu bu arazlar.

Durumu değiştirmeleri için üstlerimle konuştum bir gün. Karşımda ciddi ciddi ellerinden hiçbir şey gelmeyeceğini söyleyen, yani buna “güçleri” olmadığına inanan iktidar sahipleri buldum. Büründükleri bu kurban maskesi önce bir irkilme sonra da bir sarsıntı getirdi ayaklarımın dibine. İnkâr ediyorlardı güçlerini, kendilerini benimle, yani bir astla bir tutuyorlardı. Ya da ben kendi gücümü inkâr ediyor ve kendimi onlarla bir tutuyordum.

ÜST: Alttakiler-Üstekiler ilişkisinin çarpık, bağımlı yapısını korumakla görevli taraf. Alt’ın varlığı üzerine yükselebilen Üst ancak alttakinin üstünü gönüllü olarak üstlenmesi ile Üst’te kalabilir, gönüllü olmasaydı keza bu Üst’e iyi biri olduğunu hissettirmezdi. Gönüllü bir bağımlılık olan bu ilişki tarafların varlıklarının o ya da bu şekilde anlam kazanması nedeniyle “kaybet-kaybet” oyunu olmasına karşın oldukça rağbet gören bir oyundur.

Bugün çıkan bir habere göre “yeni kapitalizm” daha hümanistmiş. Bu umut vermeli mi insana? Bir kaşık bal çalınıyor, derdim eğer arıların sonu gelmemiş olsa. Ama şimdi arılar için yastayım. Ofiste sahibi olduğunu sanırken aslında kiracısı olduğun ve bütün gün kaba etlerine batan o yegane sandalyeni kollamaya çalışırken, kendine, başkasına, bütün gün fabrikada zehir soluyan babana, sözleşmeyle satılan küçücük kızlara ve arılara duyarsızlaşmak o kadar kolay ki…

Babam… Nasıl kızardım çocukken, eve geldiğinde hep uyurdu. Salondaki kanepede, sigara dumanından örülü battaniyesinin altında yatan bir adam figürüydü babam. Merakla ve özlemle seyrederdim onu gücenerek beni mahrum etmesine oyun arkadaşlığından. Şimdi anlıyorum ki yorgunmuş sadece. Ağır mesailerin, imkânsız beklentilerin, kendi hırslarının içindeyken küçük yeğenimi ihmal eder bulduğumda kendimi, anladım ki o kadar da uzak değilmiş en yargıladıklarımız gibi olmak.

Ama şimdi… Hayatının iplerini kendi ellerine alan insanların bu noktaya gelmezden hemen önceki o bitkin ama kızgınlığın verdiği güçle azimli; öfkeli ama hayata müdahale etme yeteneğinin farkında; yenilgiye uğramış ama yaralarını iyileştirip tazelenmiş; geçmişe belki küfreden ama derslerini de iyi almış; şüpheci ama meraklı hallerini paylaşıyorum.

Sandalyemi ise merak ediyorum. Acaba şimdi üzerinde kim oturuyor? Kim onu gözünün önünden ayırmıyor? Sandalyeliler arasında en farklı ve özgün sandalyeli olma zaferini kazananlar kimler?

Babam uyanmadı, o bizi göremeden biz çoktan büyümüştük. Ama bizim uyanma vaktimiz şimdi! Tüm ağırlığına rağmen gözkapaklarımızın; tüm rahatlığına rağmen sandalyelerimizin, tüm bilindikliğine rağmen duvarlarımızın, derin bir nefes alıp uyanma, gözkapaklarına hükmetme zamanı… Sonuçta gerçekten o sadece ALT tarafı bir Sandalye… ya da ÜST tarafı…

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/alti-ustu-sandalye/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/alti-ustu-sandalye/" data-text="Altı Üstü Sandalye" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/alti-ustu-sandalye/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>1977&#8217;de Ankara&#8217;da doğdu. Sonra Kayseri, Kırşehir, Manisa, tekrar Ankara yolları derken yolu kendine hiç düşmedi. ODTÜ İşletme&#8217;den mezun olup dokuz yıl iletişim alanında çalıştı. Ruhunun bekleme odasında geçirdiği günlerin ardından, bir gün Nil <a href="https://dergi.kuraldisi.com/wp-content/uploads/sites/4/2016/05/serapzerener.jpg"><img loading="lazy" decoding="async" class="alignright size-medium wp-image-4205" title="serapzerener" src="https://dergi.kuraldisi.com/wp-content/uploads/sites/4/2016/05/serapzerener-225x300.jpg" alt="" width="225" height="300" /></a>Gün&#8217;ün bir kitabıyla başını dışarı uzattı. İlk defa siluetini gördü; kim bilir belki bir gün gerçek kendini de görebilirdi.</p> <p>Yaşam Okulu&#8217;nda adım adım kendine varmayı öğrendi. Hiç dinlemediği kadar dinledi içini. Sonra, bazen o bazen kalemi, kâğıda yazmaya başladı kendini. Yıllardır ayrı kalmış iki sevgili gibi önce seviştiler benliği ile sonra sıra hayatla flörte geldi. Oyunculuk girdi örneğin hayatına, oyun oynamak yani. Sanat girdi, insanlar girdi; bebekler, çocuklar, yetişkinler, affedilenler, küfredilenler, özlenenler, akla hayale gelmeyenler girdi. Hayata güvendi bu sefer, tamam dedi, gelsin sıradaki! En çok insanı; insan olmayı; yaratılışı sevdi.</p> <p>Hayatının şu noktasında kalemi, oyunculuğu, paylaşımcılığı ile daha çok sevmeyi ve vermeyi öğreniyor. Bir de çok şükran duyuyor çünkü bütün bu olup biteni tahmin bile edemezdi&#8230;</p> <p>Yaşama evet!</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This