“Bugün günlerden ne?” diye sordu. Yanıtını beklemeden “Bugün cuma, Erol gelir” dedi.
Bir başka gündü; şöminenin üstünde hepimizin çocukluk fotoğrafları… En çok “Erol”, onun fotoğrafları. Baktıkça üzüntü duyduğu diğer kayıplarının fotoğrafları indirilmişti. Aslında güzel insanların, en güzel anılarla hatırlanmasıydı bizim için o fotoğraflar. Onun içi yanıyordu baktıkça. Gerçi artık en büyük acısı vardı: Oğlu Erol.
Her gidenin ardından uzun, uzun yas tutardı. Çoook uzun sürerdi, yas tutmaları… Çok uzun. Gülene kızan gözlerle bakardı. Acı çekmek ve dua etmek gidenlerin ardından tek yapabildiği şeydi. Onlara verdiği değerin ve hayatındaki yerlerinin bir göstergesiydi onun için. Ben en çok bu yüzden eleştirirdim. Hepimiz üzülüyoruz. Yaşarken hepimiz için yaşamın daha güzel olmasını sağlayabilir, çocuklarımız, gençlerimiz için bizden sonraki yaşamlarını daha yaşanılır, daha mutlu olmasını, onlar için güzel anılar biriktirmeyi, geçmişte bıraktıklarını yüzlerinde gülümsemeyle hatırlamayı öğretebilirdik diye.
Şimdi yas tutmalarını, kızmalarını arıyorum.
Farkına varmadan mı oldu? Hayır. Fark ettik; sadece yaşadıklarının etkisi ile olduğunu gelip geçeceğini sandık. Hafif demans (bunama) teşhisi konulduğu zaman önümüzde ne kadar az zamanımız kaldığını göremedik. Ona güven verebildik mi? Yanında olabildik mi? Bir sürü, bir dolu soru, sorular…
Yürüteci ile abdestini alıp, geldi. Şöminenin önünde, her zamanki koltuğuna oturdu. Başı omzuna doğru kıvrıldı. Uyamaya başladı. Çok geçmeden gözlerini açtı. “Erol nerde? Şimdi buradaydı” dedi. Yine gözleri doldu. Çok gerçekçiydi dedi. Rüya olduğunu anlamıştı ya da çok gerçek olduğuna inanmak ve inandırmak istiyordu. Yanağının hala sıcak olduğunu, öperken çıkardığı sesi nasıl duyduğunu anlatıyordu. Sık, sık yaşanmaya başlamıştı böyle durumlar. Ve böyle durumlarda ne bir ses, ne bir hareket… Herkes donar kalır, gözleri dolan odadan kaçardı. Kimsenin kimseye sarılıp, teselli edemediği, herkesin onun acısının yanında kendi acısı hafif kaldığı düşüncesi ile acısını bastırdığı, sanki hakkı yokmuşçasına sakladığı, saklandığı anlar.
Her şey hızla değişti. Bazen ender de olsa unuttuklarına şükrettik, bazen şaşırdık. Bazen de ne hissettiğimizi bile anlayamadık. Öncesinde ısrarla tutmaya çalıştığı oruçlarını unutup, karnını doyurup, yemek yediğini de unutarak iftarı beklediğine şahit olduk. Başlangıçta farkına varıp ramazan ayından sonra tekrar borç orucu tutar diye uyarma ihtiyacı hissederken, sonrasında bunları da unutacağını bilerek her şey doğal seyrinde gibi davranmaya başladık.
Her an aleyhine işliyordu. Namazını “kıble” düşünmeden kılmaya başladı. Çok sevdiğini tığ, şiş örgülerini unuttu. Sadece çetik örmeye başladı. Ördüklerini unutup tekrar, tekrar ve sadece çetik ördü. Bir gün ördüğü çetikler de teklemeç olmaya, yarım yarım kalmaya başladı. Örmeye başladığını unutuyor, unuttuğunu unutup, kızıyor, söküyor, tekrar örmeye başlıyor, tekrar unutuyordu. Bir sabah artık hiç hatırlamıyordu. Örmeyi bıraktı… Namaz kılmayı bıraktı… Her gün bir şeyler eksilerek ve hayatından çıkarak bitti.
Yaşlı ve tanışıklığı eskilere dayanan insanları tanıyor. Onlarla uzun, uzun “geçmiş” sohbeti yaparken yakın zaman(?) andan geriye doğru silinmeye başlıyordu.
Her gün yeni biriyle tanışıyorduk. Bir gün inatçı bir geç kız oluyordu, ertesi gün yaramaz bir çocuk. Sürekli andan geriye doğru uzayan bir zaman yolculuğunda, bir sonraki durağımızı bilmeden yol alıyorduk. Üstelik kaptan sürekli değişiyordu.
Aslında bu kendi bedeninde, ruhunun yaptığı bir yolculuktu. Yaşlı yorgun bir bedende ruh zamanını arıyor gibiydi. Zamanın tersine gittiği için de ne yazık ki yolunu bulamıyordu.
Kendi içinde değişiyordu her şey. Bizler sadece teatral bir şölen gibi izliyorduk. Sahici, en sahici, ibretlik ve bizimle son oyununu, son nasihatini, son dersini…
Evet her gün yeniden tanıyor, tanışıyor, her gün yeni bir “şey” ile sınanıyorduk. Çoğunlukla adımızı hatırlayan, bazen de unutan, aramızdaki bağın ne olduğunu hatırlamayan biri vardı. Bu doğru. Başımı boynuna gömüp uzun, uzun koklamam bu yüzden. Hala annem kokuyordu. Annem…
Gittiğimde koynuna yatmamı isterdi. Hep sağına yatardı. Yukarda kalan sol kolu gece boyunca beni kontrol eder, üstümü örterdi. İşte benim annemdi. Yüzüm biraz üzgün olsa, gözlerimin ta içlerine endişe ile bakan gözler annemdi. Telefonda konuştuğumuzu unutup, beni aramıyorsun diye sitem eden, benim annemdi. Çoluk çocuk evde kaldı. Perişan olacaklar beni evime götürün diyen benim annem. Merak ettiği çocukları da bizdik. Benim annem bir savaşçı, bir kahraman, Alzheimer’a rağmen. O her şeyi unuttu. Unutamadığı tek şey “ANNE” olduğuydu.