“Yok” Diyebildiğimiz İçin Varız Biz

Yıllar yıllar önce başlarken verdiğimiz bir karardı bu: Dikeceğiz, bittiğinde de bitti diyeceğiz. Boşluğu doldurmayı denemedik. “Aman boş ver, nasılsa talep var, bul bir yolunu” demedik. Talep arttıkça kapasitemizi arttırdık. Kapasitemiz arttıkça ürettik. Ürettiğimizi sattık. Bitince de yazdık listelere “yetmedi” diye.

“Yok” dediklerimizi satsaydık her şey başka mı olurdu bilmiyorum ama “biz” olmazdık. Bütün kış brokoli, salatalık, patlıcan, biber, fasulye, kabak, karpuz, erik, çilek yetiştirebilen topraksız “mis gibi köy ürünlerine” selam olsun; ne diyeyim… “Açgözlülük” derim ama. “Yahu piyasada bir talep var, iki reklam ile müşteri de akar. Madem çilek istiyorlar çilek mi yok yahu? Biz buluruz.” demek ağzımı bozmadan yazabileceğim en nazik şekli ile açgözlülük…

Katıldığım toplantılarda birkaç sabit soru geliyor. Bunlara verdiğim cevaplar da sabit sayılır… Girişimciyim ya, girişimcilik soruluyor.

Soru 1: Bu işin motivasyonu ne olmalı? Sizin motivasyonunuz neydi?

“Motivasyonum başarı elbette ama öyle tek başına başarı değil; iyi bir şey yaparak başarılı olmak” diyorum genelde. Benim ilk motivasyonum kızıma güvenle yiyebileceği tarım ürünleri yetiştirmekti. Sonrasında da “Madem bunları bolca yetiştirmeyi becerebiliyoruz, haydi bunu çoğaltalım” gibi bir düşünce… “Benim gibi bir sürü ebeveyn var. Bu basit bir iş ama iyi bir iş. Herkese faydası var” dedim. Hepsi bu.

Girişimcilik toplantılarında tam da buralarda açık açık sorulmasa da pek çok hevesli girişimcinin kafasında ekonomik boyutlar beliriyor. “Para var gibi sanki bu işte” diye yanan ampuller falan… Açık bir soru olmadığı için açık bir yanıtı da olmuyor. “Tavsiye” diyorum ben buna verdiğim yanıta…

“Motivasyonunuz ‘oluk oluk para aksın’ ise sakın bu işi yapmayın. %300 net kar alabileceğiniz bir mecra değil bu. Aklı başında ve hak ettiği kazancı ancak çok yatırım yaparsanız, çok çalışırsanız, çok üretirseniz, hiç peşini bırakmazsanız, yapılmayanı yaparsanız elde edebileceğiniz bir iş.” “Farkınızın fark edilmesi” diyorum ki fark edilmek gerçekten çok güzel…
Ortada farklı ürünler var. Alışması zor haller var. Anlıyorum bunları. Arada bir böcek şikayeti alıyoruz, mesela kurt şikayeti geliyor. Bunlara yapılacak tek şey ya tuzlamak ya ayıklamak ya da güneşe sermek… Ne toprakta ne tarlada ne de depoda ilaç gören bu ürünler doğal olarak ara sıra böcekleniyor. Bulgurda birkaç böcek, marulda sümüklü böcek, brokolide sinek, elmada kurt… Tekrar tekrar söylüyorum. Bir üründe böcek görürseniz sevinin. Eğer böcek yoksa böcek ilacı vardır. Üçüncü bir şık yok.

Bal, reçel, pekmez hep donar. Balda glikoz yok, reçelde limon tuzu dahi yok. Isıtma, soğutma, işlemden geçirme vesaire hiçbir şey yok. Gerçek bal, doğal halinde 17 derecenin altındaki sıcaklıklarda donar. Bembeyaz ya da sapsarı olur. Kavanozu ılık suya oturtup benmari usulü eritmekten başka çare yoktur buna. “Kolaylıklar bol olsun, soframa dolsun” düşüncesiyle hareket ettiğimizde maalesef bunun faturasını ağır ödüyoruz. Poşete parça tavuk atıp üzerine toz dökerek misafir ağırlamayı hem korkutucu hem de kendi kimliğimize aykırı buluyorum ben. İş hayatında bile başarı onca emek isterken evdeki başarı bu kadar kolay olabilir mi?

Tam da burada reklam spotu gireyim: Başarı tesadüf değildir.
Eşi – benzeri olmayan bu muhteşem topraklarda, bu muhteşem ülkede ayaklarımı dizime kadar çamura sokmak pahasına dik durmak zorunda hissediyorum kendimi. Ben üreteceğim, ben bu toprağın üreticisini destekleyeceğim, var olacağım, var edeceğim.

Esprili bir deyiş olan kaymaklı ekmek kadayıfını hepimiz severiz. Peki ya onu yaşatmak? Günün birinde bir Kadayıf Müzesi kurmak isteyenlere ya da Kültür Bakanlığı’nın sitesinde “Afyon Tatlıları” bölümünün altında verilen bir tarif ile yetinenlere sözüm yok. Ama tabağımızda görmek, seyahatlerimizde uğrayıp afiyetle yemek istiyorsak başımızı waffle tabaklarından ekmek kadayıfına döndürmek de bizim ödevimiz.

Takdir ettiğimiz, hayatımızda var olmasını istediğimiz, “Kaybolursa üzülürüm” dediğimiz bir şeyi alınıp-satılır hale getirmez, ticaretin içine sokmazsak kaybolur. Kaybederiz.

Biz waffle peşinde koşarsak bu güzel ülkeyi “kaymaklı ekmek kadayıfı” görenlerin yolu açılır. Esnafı, terziyi, hamamları, bakkalları, işportacıları, börekçileri, simitçileri, kendi çiçeklerimizi, köşedeki çiçekçimizi, köylümüzü korumak, modern hayatımıza entegre etmek zorundayız. Anadolu’ya dair her değer, “inovasyona” değer, ArGe çalışmalarını hak eder. Bizim özümüz bu değerler…

Kendimce, gördüğümce, çığlığım kabul edin lütfen yazdıklarımı. İyiliklere, güzelliklere ve özümüze çekelim istiyorum kürekleri. Yaparız, değil mi?

“Nasıl başladı nasıl bitti” tarzında tuhaf bir yazı daha… Şahane bahar ile karmakarışık günlerin harmanı bende böyle şeyler meydana getiriyor. Gülmeyi bırakmadım, bırakmayacağım. Sistemin göbeğinden sisteme karşı yürümeyi de öyle… Benim entegrasyonum, inovasyonum, ArGe’m de böyle bir şey işte… Hayrola.

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/anadoluya-dair-ner-deger-inovasyona-deger/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/anadoluya-dair-ner-deger-inovasyona-deger/" data-text="Anadolu&#8217;ya Dair Her Değer, İnovasyona Değer" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/anadoluya-dair-ner-deger-inovasyona-deger/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>1997 yılında, çok sevdiği Ege’ye yerleşiyor Pınar Kaftancıoğlu. Önce Kuşadası’nda geçen birkaç yıl, ardından Aydın-Nazilli’de bir doğal kaynak suyu fabrikasını işletme, kızının doğumu, işlerin stresinden bunalıp fabrikayı devretme derken otuzlu yaşlarının sonunda emekliliğini ilan ediyor!</p> <p>Nazilli’de anadan kalma bakımsız araziyle birkaç zeytinliğini ıslah edip şu an yaşadığı çiftlik evini inşa ettirmeye karar veriyor. Komşuların yardımıyla yaylalardaki irili ufaklı araziye çekidüzen veriyor. Tarlalar sürülüyor, köydeki ineklerin dışkılarıyla gübreleme yapılıyor, dağ köylerinden hediye gelen fidanlarla tohumlar ekilip dikiliyor.</p> <p>Ve tarlalarda ilk ürünler çıkmaya başlıyor.</p> <p>“Kızım, İpek artık Milupa’nın ‘organik’ etiketli kavanozlarına mahkûm değildi. Kahvaltı masamızda hepsine isim koyduğum ineklerin sütleri ve o sütlerden yaptırdığım peynirler vardı. Ekmeği marketten almıyor, kendi fırınımda yapıyordum. Yumurtalar bahçenin sağından solundan, çoğu zaman da tavuklarımın folluğa çevirdiği ayakkabılıktan toplanıyordu. Zeytinden ve zeytinyağından bol şeyimiz yoktu. Bahçenin orasında burasında kendiliğinden yetişen otların her birinin bir adı olduğunu ve neredeyse hepsinden enfes yemekler yapıldığını öğreniyordum. Yılladır marketten aldığım kırmızı şeylerin, gerçek bir domates ile alakası olmadığını anladım. Havuçlar, marullar, fasulyeler, börülceler&#8230;”</p> <p>İpek Hanım Çiftliği böyle kuruluyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This