Yazıma, her zaman olduğu gibi, epostalardan cümlelerle başlıyorum.
Metinlerden gönderenlerin özeline dair detayları çıkarıyorum.
Aşağıdaki satırlar aslında hepimizin satırları, hepimize ayna tutuyor.
Tercih edilmeme düşüncesini yeni fark ettiğimi sanıyordum, oysa senelerdir inandığım buydu…
Her şeye beynimde bir kayıt açıp, o şekilde inanarak hayatımı dondurmuşum. Tam biraz başımı kaldırmaya niyetlendiğimde hep aynı kayıt beni durdurmuş. Bir ileri, bir geri…
İnsanın bunu fark etmesi ne kadar yalın ve basit. Yüzünü yıkamak gibi.
Neye inanırsan onu yaşıyorsun… Çok doğru. İnceliklerin, süslü ifadelerin arkasına saklanmak yerine, canımı acıtan kendi inançlarımla yüzleşmeye ihtiyacım var…
Ne yapsam bir noktada her şey yarım kalacak, biri beni tercih etmeyecek… Bu başkalarının elinde bir kukla mı yapmış beni bunca sene? Sonu belli film senaryoları gibi, hep ben mi yazmışım daha önceden, oynamalarını beklediğim rollerini insanların? Sonra da suçlamışım onları.
….
Ben “aciz kız çocuğunu” oynamayı bıraktığımda babamın da beni geliştirmek için üstlendiği “otoriter baba” rolü sonlandı. Benim kendimi değiştirmem ikimizi de özgür kıldı. Özellikle yakın ailemiz içerisinde yaşadıklarımızı “Birlik Bilinci” çerçevesinde değerlendirmek bizi farklı bir sonuca götürebilir.
….
Bazı dersler öğretilemez, yaşanarak öğrenilmesi gerekir.
En öğretilemez olan ise aslında en derinlerimizde bildiklerimiz; anne karnındayken öğrendiklerimiz.
Bana göre ilk ve en temel program yüklemelerimiz annemizin karnındayken, annemizin yaşadığı çevre, o çevrede yaşadıkları, yaşarken hissettikleri, düşündükleri ile gerçekleşiyor. Bunlar yaşamımızın en temel senaryosunu oluşturuyor. Senaryonun iskeleti yaşamımız boyunca aynı kalıyor, değişen sadece hikâyenin detayları oluyor; mekân, zaman, kişiler…
Yaşam romanımızın kurgusu içinde kendini tekrar eden “ana motif” sarsıcı uyanışımıza kadar devam ediyor. Tabii sarsıcı uyanışımızı fark edebilirsek derin bir farkındalıkla.
Hayatımızın çeşitli alanlarında bir türlü ulaşamadığımız hedefler, bilincimizle gerçekleştirdiğimiz tüm aksiyonlara rağmen alınamayan sonuçlar bir zaman sonra bizi yılgınlığa sürüklüyorsa, önerim şu:
- Öncelikle aksiyonlarımıza, kendimize ve evrene inançla, azimle, istikrarla devam edelim.
- Ve buna ek olarak, anne karnında olduğumuz dönemi, o dönemdeki çevre şartlarımızı araştıralım.
Araştırma için yakın aile çevremizden başlayabiliriz; annemiz, babamız, büyük kardeşlerimiz, büyükannelerimiz, büyükbabalarımız, akrabalarımız, yakın aile dostlarımız…
Onlara bol bol olayları, duyguları, düşünceleri anlattırabiliriz. Keyifli sohbetlerde, leziz çaylar, kahveler, kurabiyeler eşliğinde kendi oluşumumuzun dokuz ay on gününe bir yolculuğa çıkabiliriz.
Anlatılanları hayatımız boyunca yaşadıklarımızla karşılaştırmalı inceleyebiliriz.
Bir zaman sonra ki, bu süre hepimiz için farklı, “yaşam motifimizi” belirleyebilmiş olacağız.
Bunu yaptığımız anda da yine bir tekrarın içindeyiz büyük ihtimalle.
İşte bu noktada, seçim bizim. Her zamanki seçimlerimizle yeni bir tekrara atlayabiliriz veya kendimizi güvensiz, kaybolmuş hissetmemize ve çok korkmamıza rağmen bünyemize tamamen yabancı, farklı bir seçim yapabiliriz.
Seçimler yaşamımızı bilinçle şekillendirebilir, eğer biz onları ilk varoluş yüklemelerimizin farkındalığı eşliğinde yapabiliyorsak.
Bu güç, varoluşumuzun gücüdür.
Sevgili Yoga ustamız Bade Gül (Kılınç) bir epostasında güzel bir hikâye yazmıştı:
Kadın bir tas sütü bir kazana boşaltırken küçük bir çocuk dikkatle onu izliyormuş. “Neye bakıyorsun böyle dikkatlice?” diye soru soran yabancıya, kız çocuğu “Tanrı, tanrıyı tanrıya boşaltıyor, ona bakıyorum” demiş.
berna@kuraldisi.com adresime “Yasam Cesurları Sever” konulu epostalarınızı yollarken içine bir tutam cesaret, bir tutam umut, bir tutam sevgi koyun.
Bir filmdeki karakterin dediği gibi, “Yüzüstü düşme riskini göze alabilirsek her istediğimizi yapabiliriz.”
Yaşam, tüm korkularına rağmen adım atanları ödüllendirir.
Öğrenmemizin, deneyimlememizin sınırı yok…
Paylaşmamızın keyfi çok…
Her şey çok güzel oluyor
Bana bol bol yazın, iluga (güzellikle) yaşayın