Ne aradığını bilmeden aramak… Karanlıkta kalmış da yönünü kestirmeye çalışan ruhun ne yapacağını bilmez halde, el yordamıyla bulmaya çalışması aradığını. Her dokunduğu şeyde, parmak uçlarında hissettiklerinden bir anlam çıkarmaya çabalaması. Dilin durmadan eksik dişin olduğu yere gitmesi gibi parmakların da sürekli aynı yere dokunma isteği. Hep gitmek ama hiç öğrenmemek. Her öğrendiğini sandığında tekrar tekrar yanılmak.
Hâlbuki niyetler nasıl da güzel, nasıl da basit; sevmek, sevilmek istiyor herkes lakin yaranın başka yaraya değdiğinde yarattığı acıdan kaçmak ne mümkün. Kendi yarasını sarmak için başkasınınkini kanatan insan ne hoyrat. O da kötü niyetten değil elbet, savunma ihtiyacına karşı koyamamaktan, başka türlüsünü bilmemekten belki. Acının başkasından kaynaklandığını sanmaktan ya da. Zaten sanma dünyası değil mi yaşadığımız? Olanlar dünyasını unutmuşuz hepten. Varsayımlarımızın esiri olmuş, “bana göre”lerin arasında kaybolmuşuz. Aklımız almıyor bir türlü başkasına görenin de mümkün olduğunu. Hep biz doğruyuz da, diğerleri yanlış.
Peki, açsak yüreğimizi; desek ki içimizde koca bir boşluk var. Öyle bir boşluk ki ne koysak olmuyor. Yiyoruz, satın alıyoruz, dolmuyor. Nerden geldiğini bilmediğimiz bir sahip olma tutkusu, güzel ne görsek bizim olsun istiyoruz. Sahip olmaya çalıştıkça kayboluyor güzellikler. Yerine hemen yenisini koyuyoruz o zaman, isteklerin ardı arkası kesilmiyor.
Boşluğun korkusundan içimize attıklarımızdan tıka basa doluyuz şimdi; beton gibi ağırız. Öyle doluyuz öyle doluyuz ki nefes alacak küçücük bir boşluk bile yok; kısa, kesik idare ediyoruz. Nasılsın diye soracak olsalar, yuvarlanıp gidiyoruz. Aman ilişmeyin! Koşuyoruz; yetişilecek yerlere, kazanılacak paralara. Hayatı da yaşayacağız canım bir ara, hele şu işleri bir halledelim de, acelemiz ne?
Aslında bir farkına varabilsek ne kadar da kıymetli olduğunu, olur olmaz şeylerle doldurmaya çalıştığımız o boşluğun. Boşluk olmadan dolabilir miyiz asıl olanla? Boşluğunda süzülmeden tanıyabilir mi insan kendini, dalabilir mi derinlerine, bulabilir mi hazinelerini?
Nedense ölesiye korkuyoruz o boşlukta farkına varmaktan; ne kadar yetenekli, ne kadar yaratıcı olduğumuzun. Cebi tomar tomar para dolu ama gelen geçene el açan dilencileriz çünkü. Her şey aklımıza geliyor da elimizi cebimize atmak gelmiyor bir türlü. Yargılamak değil sizi niyetim, yanlış anlamayın. Hak da veriyorum üstelik. Kolay değil elbet, her gün şikâyet ederek içinde bulunduğunuz kafesinizin kapısının aslında açık olduğunu bilerek yaşamak. Kendinizden kaçmanız ondan zaten hep; ölümden öte köy yok diyorlar, doğru mu ki acep?
Bir de diyorlar ki yalanmış geçmiş ve gelecek, sadece şu an varmış. Gel gör ki çok meşgulüz “şu an” da biz, mazinin hesabını, yarının planını yapıyoruz, vaktimiz yok hiç.
Arayıp duruyoruz da beyhude; kayıp olmayanı nasıl bulacağız ki? Birazcık yürekle bakarsak hatırlarız belki…