Dört kişi Pazartesi sabahı erkenden yola çıktık. Beş günlük güzel bir tatilin başlangıcında, biraz uykulu bolca heyecanlıydık. Uçakta uyku kısmını hallettik, heyecanımızla Trabzon’a ayak bastık. Karadeniz’e ikimiz daha önce gelmiştik, ikimiz ise ilk defa geliyorduk, dörtlü olarak ise ilk defa beraber bir tatili deneyimliyorduk.

Kiraladığımız araba ile Rize’ye doğru yola çıktığımızda etrafımızdaki her şey bize çekici geliyordu. Hedef Ayder Yaylası’ydı ve yayla tatili hepimizin hayallerinden biriydi. Bolca yürümeye, dağ bayır tırmanmaya gitmiyorduk; huzuru, dinginliği, tembelliği yaşamaya gidiyorduk.

Sümela Manastırı’na adım attığımızda yoğun enerjiyi bütün hücrelerimizde hissettik. Her köşesini ve bölmeleri dolaşırken olumlamalarımızı yaptık, dua ettik. Yoğun bir ormanın içinde, sarp bir yamaçta olan bu manastırda durup, ellerimizi göğe doğru açtığımızda, içimizdeki özle irtibata geçtiğimizde, tatlı bir Karadenizli amcanın çaldığı kemençe hislerimize eşlik ediyordu.

Yolda bizi en çok şaşırtan ve bir o kadar da mutlu eden şey, iki arabanın yan yana geçmesinin zor olduğu durumlarda, yöre şoförünün metrelerce önce durup bize yol vermesiydi. Biz Istanbul’lular olarak böyle düşünceli ve saygılı hareketlere nasıl da hasret kalmışız… Hemen sevdik tatil yerimizi, kanımız kaynadı.

Ayder’e varana kadar katettiğimiz yollarda yeşil ve oksijen çarptı bizi. Tam anlamıyle yeşil ve oksijen sarhoşu olduk. Dördümüzün de ağzından durup durup “cennet” kelimesi çıkıyordu. Etrafımızdaki güzelliği daha iyi anlatacak bir kelime bulmakta zorlanıyorduk. “İşte” diyorduk, “ölmek ve Cennet’e gelmek bu olsa gerek...”. Buradan “kendimizi yani egomuzu öldürmek ve yeniden doğmak” sohbetimize daldık, workshop başlamıştı…

Biz aslında tembellik yapmak için tatile çıkmıştık ama tüm tatil workshop yaptık. Workshop formatında tembellik harika oluyormuş, doya doya bunu keşfettik.

Ayder’de Liligum Dağ Evi’mize vardığımızda dünyalar tatlısı genç bir kız karşıladı bizi. Yanakları al al, kıpır kıpır, sıcacık bir gülümseme yüzünde, bize “merhaba, hoşgeldiniz” dedi. Hoşgeldiğimizi bütün kalbimizle hissettik. Dağ Evi’nin sahibesi ve ailesi bizi de ailelerine kattılar bir anda, nasıl ilk dakikada kaynaştık, biz de anlayamadık. Dağ Evi’nin “dağ” kısmını attık zaten, direkt “evi”mizdeydik.

Pırıl pırıl, tertemiz odalar, harika bir manzara, sevgi dolu insanlar; şükran duyduk her şeye, önümüzden kaçışan kertenkelelere, dağa inen sise, çiseleyen yağmura, “size en beğendiğim nevresimleri yaydım” diyen peri kızına…

Ev sahibemizin kendi elleriyle yaptığı yöre yemeklerini yerken kendimizden geçtik. Sabah ve akşam yemeklerimizi iple çekiyorduk. Evimizin mutfağında yemeğimizi yiyorduk ve sevgi ile pişirilen yemekler sevgi ile servis ediliyordu. Yemek sonraları ve çevreye yapılan geziler sonrasında yorgunluk attığımız bize özel “oturma köşemiz” koyu sohbetlere, gözyaşlarına ve kahkahalara tanık oldu. Orası o kadar “bizim” oldu ki başka yere oturmak üzere hamle yaptığımız bir gün orada oturan diğer bir ev sakini (konuk) “lütfen yerinize gelin” dedi ve kalktı, başka yere oturdu. Bu güzel gönüllülüğe sevgi ve saygı ile teşekkür ettik.

Çevre gezilerimizde arabamız, ayaklarımız ve sohbetlerimiz, hep beraber bütün duyguları yaşadık. Çok konuştuk, çok güldük, bilmediğimiz vahşi doğa yollarında çok korktuk, yola sis çökerken önümüzden geçen siyah tüylü yaratığın ne olduğuna dair yorumlarda hem korktuk hem eğlendik. Bize servis yapan bir garsonu, on dakika içinde kahkaha atan insanlardan ağlayan insanlara dönüşümümüzle çok şaşırttık. Yediğimiz her muhlama ayrı tadda ayrı güzeldi; biz de her sohbette ayrı tadda ayrı güzeldik… 

Kendiliğinden workshop’a, içimize yolculuğa dönüşen tatilimiz bittiğinde Liligum ailemizden ve peri kızımızdan ağlayarak ayrıldık. Ruhumuz ve kalbimiz orada kaldı.

“Doğduğumuz yer değil, doyduğumuz yerdir önemli olan” sözünü düşünüyorum döndüğümüzden beri. 

Ey ruhumuzun ve gönlümüzün doyduğu Ayder,  biz hep sana mı aittik acaba?…

Share This