İstanbul’un her sokağında, her manavında, marketinde, bütün pazarlarında pırıl pırıl elmalar, dalından sanki o sabah kopmuş gibi duran parlak turuncu, adeta ”Ye beni! Ye beni!” diyen mandalinalar var şu mevsim.

Armut, mandalina, nar, portakal, limon ve elma… Bu altı meyve öyle her gün gidilip de ağaçlardan toplanan şeyler değildir. Zamanı geldiğinde gider, toplarsınız. Özellikle narenciye, bekledikçe ”kendi kabuğundan yer.” Kabuk incelir, içi tatlandıkça tatlanır, özü şekerlenir. Doğanın kuralı; bu arada kabuğu matlaşır. Bazı yerlerinden buruşur. Kısaca tipi kayar. Varsın kaysın. Olması gereken, doğal ve sağlıklı tek yöntem bu…

Peki o kapınızın hemen önündeki limonların, mandalinaların ışıltısı?

O ışıltıyı istiyorsanız buzdolabınıza soktuğunuz narenciyenin başından geçenleri bilmenizi de ben isterim:

Ağaçtan koparıldı, kasalara dolduruldu ve hemen oracıkta kimyasal havuzlarına batırıldı. Sonra bir kamyona yüklendi, mumlama tesisine gitti. Burada büyük oranda parafin içeren bir likit ile sıvandı. Tüm gözenekleri parafin ile kapatıldı, bu arada elbette bu kimyasal narenciyenin içine de sirayet etti. Ardından hop, size geldi. ”Dalından yeni kopmuş” üstelik…

Işıltılı elmaları, armutları mı merak ediyorsunuz? Bu süreçleri aynen yaşarlar. Yetmez ama bir de üstüne azotlama tesisine girerler. Azotlanan elmayla armudun hava ile teması neredeyse tamamen kesilir ve çürümenin, buruşmanın kesin olarak önüne geçilir.

Kış günü manavlarda üzüm, erik falan var. Her şey anormalleşti artık. Ege’nin, Akdeniz’in neredeyse her ilçesinde bir azotlama ve parafinleme tesisi kuruldu. Buradan çıkan ürünler sebze meyve hallerine giriyor önce. Büyük üreticiler için ana hedef ihracat… Ürün en çok yurtdışında para ediyor. Ama ”gümrük” denen bir engel var işte maalesef. Almanya, Rusya, İspanya gibi ülkeler gıda işine bizden ”biraz” farklı yaklaştıkları için giden ürünün yarısını kapılarından bile sokmadan geri gönderiyorlar. Geri gelen ürünün ne olduğunu tahmin edersiniz. Kilo fiyatı kuruşlarla ifade edilecek kadar ucuz olduğu için bu ürünleri özel olarak bekleyen pazarcılar, dağıtıcılar alıyor hemen. Öğle saatlerinde Antalya’da kamyona yüklenen ürünler ertesi sabah pırıl pırıl parlayarak semt pazarlarında, köşenizdeki manavda yerlerini alıyorlar. Nokta.

Yıllardır alışveriş ettiğiniz o çok şirin, sıcak pazarcının sizin sağlığınızı, çoluk çocuğunuzu falan düşündüğünü sanmıyordunuz inşallah. Hani gidip Anadolu’nun kuytu köşelerinden temiz tarım ürünleri topladığını falan? Bir pazarcının baktığı şeyler bellidir. Ürünün albenisi var mı? Parlak mı? Şık mı? Üzerinde böcek, sinek delikleri var mı? Hemen sonra alış fiyatına bakar, ”Kaça satabilirim” diye bir hesap yapar. Elbette alacağı ürünün tamamını hemen satamayacaktır. Burada en fena şey geliyor işte. Ürünün bol ilaçlısı makbuldür. Çünkü bu, pazarcıya uzun bir satış ömrü sağlar. Aksini düşünmeyin bile.

Durum sadece İstanbul’da, Ankara’da böyle değil elbette. Oğlumu aslına bakarsanız torunumu- ziyaret etmek için Kuşadası’ndaydım. Kuşadası’nda cuma günleri büyük bir pazar kurulur, ben de denk geldikçe girer bakarım meraktan. Martın ortasında Kuşadası pazarının tezgâhları bakla ve bezelye dolu idi. Uçları bile çiçekli… Sordum birine ”Aa nasıl yetiştirdin?” diye. Sırıta sırıta ”Yerli bunlar Abla, kendi bahçemizden” dedi satıcı. E iyi de ilaçlı ya da ilaçsız Ege’de baklayla bezelyenin çıkmasına daha tam bir ay var! Antalya’nın, Fethiye’nin sera malları bunlar. Başka türlüsü mümkün değil ki? Elbette biraz daha yumuşatarak söyledim bunları. “Abla karıştırma çok” falan deyip geçiştirdi pişkin pişkin.

Ben hep söylüyorum, hep ama hep söylüyorum. Gıda çok önemli bir konu. Mart ayında gözünüzün içine baka baka size ”yerli, bahçe malı” bezelye ve bakla satmaya çalışacak yalancı bir satıcının karşısında durabilmek için çok okumalısınız. Çok araştırmalısınız. Çok öğrenmeli, çok bilmelisiniz. Ne olur önem verin. Satıcılara değil, okuyup araştırdıklarınıza inanın. Tek tarımsal deneyiminiz pencere önünde fesleğen yetiştirmek olsa bile tarımı öğrenin. Bilin.

Herkes ama herkes sadece hayvan gübresi ile üretim yaptığını söyler. İstisnasız. Herkes. Hiç ilaçlamazlar, hep hayvan gübresi, sadece hayvan gübresi. Tatmin olmaz, biraz daha sorarsanız size iki dönümlük bir yerin sertifikasını falan gösterirler. Oldu bitti. Tatmin olmaz, daha da sorarsanız… ”Abla karıştırma çok… Haydi ablam, tezgâhın önünü kapamayalım!”

Anadolu’nun en küçük köyünde bile ilaç, gübre mümessilleri dolaşıyor arabalar ile. Kamyon kamyon kimyasal gübre, koli koli ilaç ve hormon dağılıyor her tarafa. Üstelik öyle ilaçlar ve hormonlar ki, ”üçüncü dünya” dedikleri grubun dışında kalan ülkelerin yüzde yetmişinde satışı, kullanımı yasak. Bu kadar ilaç, bu kadar hormon, bu kadar GDO’lu tohum varken çıkan ürünü kim satıyor? Kimse yoğurdum ekşi demiyor sorduğunuzda.

Maşallah, herkesin pırıl pırıl üretimi var!

 

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/azotlu-leziz-elma-parafinli-nefis-portakal/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/azotlu-leziz-elma-parafinli-nefis-portakal/" data-text="Azotlu Leziz Elma Parafinli Nefis Portakal" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/azotlu-leziz-elma-parafinli-nefis-portakal/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>1997 yılında, çok sevdiği Ege’ye yerleşiyor Pınar Kaftancıoğlu. Önce Kuşadası’nda geçen birkaç yıl, ardından Aydın-Nazilli’de bir doğal kaynak suyu fabrikasını işletme, kızının doğumu, işlerin stresinden bunalıp fabrikayı devretme derken otuzlu yaşlarının sonunda emekliliğini ilan ediyor!</p> <p>Nazilli’de anadan kalma bakımsız araziyle birkaç zeytinliğini ıslah edip şu an yaşadığı çiftlik evini inşa ettirmeye karar veriyor. Komşuların yardımıyla yaylalardaki irili ufaklı araziye çekidüzen veriyor. Tarlalar sürülüyor, köydeki ineklerin dışkılarıyla gübreleme yapılıyor, dağ köylerinden hediye gelen fidanlarla tohumlar ekilip dikiliyor.</p> <p>Ve tarlalarda ilk ürünler çıkmaya başlıyor.</p> <p>“Kızım, İpek artık Milupa’nın ‘organik’ etiketli kavanozlarına mahkûm değildi. Kahvaltı masamızda hepsine isim koyduğum ineklerin sütleri ve o sütlerden yaptırdığım peynirler vardı. Ekmeği marketten almıyor, kendi fırınımda yapıyordum. Yumurtalar bahçenin sağından solundan, çoğu zaman da tavuklarımın folluğa çevirdiği ayakkabılıktan toplanıyordu. Zeytinden ve zeytinyağından bol şeyimiz yoktu. Bahçenin orasında burasında kendiliğinden yetişen otların her birinin bir adı olduğunu ve neredeyse hepsinden enfes yemekler yapıldığını öğreniyordum. Yılladır marketten aldığım kırmızı şeylerin, gerçek bir domates ile alakası olmadığını anladım. Havuçlar, marullar, fasulyeler, börülceler&#8230;”</p> <p>İpek Hanım Çiftliği böyle kuruluyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This