Tüm bu yaşadıklarımız gerçek mi? Bizler gerçek miyiz? Diğer insanlar gerçek mi? Yoksa biz de dâhil olmak üzere her şey beynimizin yarattığı bir illüzyondan mı ibaret? Herkes kendi hayatının başrol oyuncusu mu? Hayat bir oyun, ölüm ise bir “game over” mı; oyunun sonu mu? Oyunun bir parçası olarak mı bu bedende var oldum yoksa var olduğumu mu sandım? Yoksa ben yok muyum?
ODTÜ’de Gülmece Topluluğu’nda aylık mizah dergimiz için çalışmalar yaparken, aynı odayı paylaştığımız D&D (Dungeon and Dragons/Zindan ve Ejderhalar) diye bir grup vardı. Bütün gün oyun oynarlardı. Bazen sinir olup döverdik birkaçını. Masanın etrafına bir dolu insan toplanır, zar atarlardı. Kartlar geleceklerini tayin eder, buna göre kendi hayal dünyalarını yaratırlardı. İyi zar atan, mesela derdi ki “Şimdi ben büyücü oldum, seni kuş yaptım, üzerine biniyorum, şatoya gidiyoruz.” Herkes de istisnasız buna uyardı. Sonuçta kendilerini bu oyuna öylesine kaptırıyorlardı ki, gerçek hayat sanki oradaydı.
Bakıyorum bizim hayatımız da bundan çok farklı değil. Zar atan birileri yok (belki de biz bilmiyoruz) ama şimdiye dek çıkarılan her şey sanki oyunun bir parçası. Dinler, para, ekonomi, borsa, siyaset, taraftarlık, partizanlık, evlilik, kariyer, moda, medya vb aklınıza gelebilecek her türlü insan icadı. Diğer insanların hepsi de kaptırmış bir şekilde bunların peşinden gidiyor; sorgulamadan, yok ben bunu kabul etmiyorum diyemeden. Gittikçe de patalojik (hastalıklı) hale geliyor durumumuz. Biri diyor, “Bundan sonra ‘para’ denen şey kullanılacak, her şey onun etrafında dönecek.” Herkes onun kölesi oluyor. Sonra bunun yerini borsa alıyor. Bütün dünyada şişip şişip duran, aslında sadece yüzde beşinin, bilemediniz yüzde onunun gerçekte karşılığı olan; geri kalanının tamamen sanal olduğu borsa…
Olmayan para için kariyer peşinde koşuyoruz, borçlara giriyoruz, birbirimizi öldürüyoruz, borç yüzünden hapislerde çürüyoruz, hacizler yiyoruz.
Biri çıkıyor “Bundan sonra şu moda olacak, herkes biz ne dersek onu giyecek” diyor. Allah Allaaah. Bir bakıyorsunuz, bir zamanlar, “Denize şortla giriyor, gördün mü kıroyu!” diye uzanan parmakların konusu şort mayonun, gün geliyor yıldızı parlıyor. Bu sefer işaretparmakları slip mayo giyenlere uzanıyor: “Aaayy, ne o öyle…” Ya da tam tersi, parmak arası terlik giyen erkek metroseksüel unvanıyla taçlandırılıyor. Bir şey değil, bunlara uymazsan da ayıplanıyorsun, hatta dışlanıyorsun.
Bu tek-torna dünyada kimse ne kendini ne de etrafındakileri olduğu gibi kabul edebiliyor. Etrafta kopya insanlar türemeye başlıyor. Ana babalar çocuklarını olduğu gibi kabul etmiyor. “Bak şunun çocuğu ne kadar başarılı, bak şu mühendis oldu, bak bu evlendi” deyip çocukları üzerinden egolarını tatmin etmeye çalışıyorlar. Eşler birbirini olduğu gibi kabul etmiyor. Daha başarılı olsun diye, yine yirmi birinci yüzyıl insan icadı olan “kariyer” denen şeyin peşinde hırsla koşuyor insanlar. Kimse, hiçbir zaman, işinden, pozisyonundan memnun değil; herkes her sene ya terfi derdinde, ya maaşı artsın ya da daha iyi bir şirkette daha iyi bir iş var mı derdinde. Kimse de mutlu değil haliyle. Halbuki anne babalarımız 25 sene aynı işte çalışıp emekli olmuş mütevazı insanlar.
İnsanları sürekli meşgul etme üzerine kurulu sistem çok iyi işliyor. Mutsuz ama hırslı insanlar ekonomiyi sürekli canlı tutuyor. Mutsuz olan insan, mutlu olmak için alışveriş yapıyor, herkes kazanıyor. Hasta oluyor, ilaç şirketleri ve psikologlar bayram ediyor. Deşarj olmak istiyor, spor merkezleri kazanıyor. Dinlenmek istiyor, tur şirketleri kazanıyor. Günü kurtarmak istiyor, gece aktığı âlemler kazanıyor. Kimisi sarılacak bir şeye ihtiyaç duyuyor, dine sarılıyor, takımına fanatik taraftar oluyor, asarım keserim milliyetçi oluyor, partizan oluyor.
Tüm bu saydıklarımızı ya da sayamadıklarımızı yönetmenin de en iyi yolunu bulmuş sistem: “medya.” Onlar sürekli karamsar ve umutsuz haberleriyle, dizileriyle insanları mutsuz etmeyi ve korku toplumu yaratmayı çok iyi beceriyorlar. Ahlak değerlerini onlar yönetiyor, onlar çökertiyor. Modayı onlar belirliyor. Toplumun içine düştüğü her şeyden onlar sorumlu olduğu halde, bu durumdan bile faydalanıp “reyting” yapmayı yine onlar biliyorlar. Oyunun gidişatını onlar tayin ediyor, oyuna itaat etmeyenleri yine onlar oyundan atıyorlar.
Mutsuz insan, karamsar insan, korku dolu insan, hasta insan, çaresiz insan başlıyor arayışa girmeye. Arayışını bile “sistem” yönetiyor. Alışverişiyle, sporuyla, modasıyla, doktoruyla, yaşam koçuyla, vesairesiyle yine sistem kazanıyor. Arayışı kendi dışında yapmaya devam eden insan özüne dönmekten çok uzaklaşıyor.
İnsan onla bunla, sistemle, hatta kendisiyle uğraşmaktan en başta sorduğum soruyu bir türlü soramıyor kendine. Ben gerçekten var mıyım?
Siz düşünmeye başlayın. Cevabını diğer sayıda beraber arayalım.