Bir dağın etrafını kıvrılarak saran yoldan zirveye doğru yürüyorum. Zirve bulutların içinde kaybolmuş. Çoğunu yıllardır görmemiş olduğum kalabalık bir grupla çok önemli bir buluşmam var.

Ben hepsinden önce orda olmalıyım. Bu buluşmayı ben planladım ve hepsini ben davet ettim. En küçüğünden en büyüğüne, en suçlusundan en güçlüsüne kadar hiç birine ayıp etmek istemiyorum.

Dağın karışık bitki ve toprak kokularını derin derin içime çekerek, arada bir dağ keçisi gibi sekerek, eteklerimdeki taşları yola dökerek, rüzgar estikçe yüzüme sürdüğü saçlarından öperek yürüyorum zirveye doğru kıvrılan yolda.

Her attığım kıvrımlı bir turda, bir kat aşağıda kalan kıvrıma bakıyorum benden başka gelen var mı arkadan diye. Ama henüz yok. Ben zirveye ulaşmadan gelmelerini istemiyorum.

Zirveden seyretmek istiyorum gelenleri ve seyrederken içime yazmak istiyorum gördüklerimi. İçime uzun uzun notlar almak istiyorum belki bir gün dışıma da yazarım diye.

Bütün kıvrımları tamamlıyorum ve varıyorum zirveye.

Gördüğüm krater gölünün güzelliği ve bulutların başıma değecek kadar yakın oluşu büyülüyor beni. Bir elim yağda bir elim balda misali bir elim yerde bir elim gökte.

Gölün üzerinden ‘’uçtu uçtu kızımız uçtu’’ yapsınlar diye bir elimi toprak anaya bir elimi Allah babaya uzatıyorum. Kırmıyorlar kızlarını ve bütün zirveyi dolaştırıyorlar uçtu uçtu yaparak. Konuklarım gelmeden zirveyi keşfimi tamamlıyorum böylece.

Zirveden baktığımda bir karınca sürüsünü andıran konuklarımın gelmeye başladığını görüyorum. Henüz seçemiyorum hangisinin kim olduğunu ama hepsinin benim kadar heyecanlı ve istekli olduklarını hissedebiliyorum.

Önce rüzgarın yardımıyla sesler ulaşıyor zirveye. ‘’Kuşçilik, ekmekçilik, kuşun ağzında yem gibi bir şey var’’ diyen en küçük ben’imin sesini duyuyorum.

O gün bu sözü söylediğimde hiç kimsenin çözemediği gibi bugün ben de ne söylemek istediğimi tam olarak çözemiyorum. Ama o günlerdeki gibi kendimden başka hiç kimsenin anlamadığı bu cümleyi, yine ısrarla söylüyor.

Buluşmaya gelen bütün benlerime tek tek söylüyor ama kimse anlamıyor ne anlatmak istediğini. En çok bu ses geliyor yukarı, çocukluk işte, hala ısrarla ve tekrar tekrar söylemekten bıkmamış, anlaşılma isteği hala canlı ve bir kez daha anlaşılmaya geliyor.

Kız kardeşim doğana kadar annemden başka babama dahi gitmeyen, kendimi annemin bir parçası zanneden ve doğduktan sonra annemden büyük bir acıyla kopup babama yamanan ve bundan sonra kendimi babamın bir parçası zanneden beş yaşındaki ben’im geliyor. Hayatımın ilk sorumluluğunu yüklenen, içimde taşıdığım ağır sorumluluk enerjisini dışımda ilk tezahür ettiren ben’im. Kardeşinin kirli bezini taşımakla yükümlü küçücük ellerinin birinde yine kirli bir bez ve diğerinde elleri kadar güzel kokan küçücük çiçekler var.

Bulduğu her şeyi okuyan bir anne-babanın ilk çocuğu olduğumdan okula gitmeden okumayı ve yazmayı öğretiyor babam bana. Ben de öyle çok seviyorum ki okumayı, annem-babam gibi bulduğum her şeyi okuyarak, her söyleneni yazarak, dört işlemi kusursuz yaparak ikinci sınıf seviyesine geliyorum okul başlayıncaya kadar.

Babam, kahve, arkadaş, içki, sigara gibi şeyler bilmediğinden en iyi arkadaşı ve öğrencisi oluyorum onun. İlkokulu bitirene kadar okuldan önce bilgiyi babamdan öğrenip gidiyorum okula. Konuya başlamadan önce öğretmenimin her sorduğu soruya doğru cevabı veren tek öğrenci benim. Öğretmenimin beklemediği soruları bile yanıtlıyorum.

Babam sınır tanımıyor, ben aldıkça, bildiği ne varsa öğretiyor bana. Henüz birinci sınıfta olmama rağmen ayaklı bir kütüphane gibiyim. İkinci sınıfa geçmeyi çoktan hak ettiğimi ama benimle aynı sınıfta olan ve babası öğretmenimin çok yakın arkadaşı olan, Almanyalı amcamın oğluna ayıp olacak diye sınıf atlatamayacağını söylüyor babama öğretmenim.

Babam da annemin hasretine dayanamayıp Almanya’dan dönmüş  olmasa, öğretmenime viski, çikolata gibi armağanlar getirse ikinci sınıfa değil üçüncü sınıfa bile atlardım. Ama olsun o gün de üzülmemiştim buna. Bugün de üzülmüyorum.

Birinci, ikinci ve üçüncü sınıflar birleştirilmiş bir sınıfta bir öğretmenle eğitim görüyorduk. Canım sıkılmasın diye beni birinci sınıfların öğretmeni yapmıştı öğretmenim. Ben okulda hiçbir şey yazmıyordum ve okumuyordum. Arkadaşlarıma ne yazdıracağımı söylüyordu bana öğretmenim ve ben kontrol ediyordum hepsini, yazamayanlara öğretiyordum. Heceleri yazdırıyordum ve elimde değnekle okutuyordum sıra ile hepsine tek tek. Birinci sınıfların vekil öğretmeniydim artık. Bir elinde o değnek, diğer elinde kocaman bir buket  çiçekle geliyor küçük öğretmen ben’im.

Babama bir erkek gibi dışişlerinde, anneme bir kadın gibi içişlerinde yardım eden sekiz-dokuz yaşlarındaki ben’im de geliyor. Bir elinde kırlardan toplanmış rengarenk çiçekler, diğer elinde bir saksı mor menekşe getiriyor bana.

Erkek kardeşim doğduğu zamanlardaki Barış Manço’ya aşık onbir yaşındaki ben’im var aralarında. Öyle bir aşk ki, babam başka bir isim hazırlamıştı erkek kardeşime ama ben illaki Barış olacak diyordum. Kimseye söylemiyorum Barış Manço’ya olan aşkımdan dolayı bu adı istediğimi, istersen söyle, önce bu yaşta aşktan da mı haberin var senin, diye bir temiz dayak, sonra da Barış Manço’yu dinlemeyi yasaklama gelir ardından. Çok seviyorum bu adı da ondan, deyip ısrar ediyorum ve sözümü geçiriyorum.

Bugüne kadar erkek kardeşim de dahil bunu hiç kimseye söylememişim. Ne büyük bir korku. Otuz yıl sır gibi saklamışım. İçimden gelen her güzel şeyin yasak oluşu gibi kendime çok yakın hissettiğim bir sanatçıyı sevmem de yasak.

Dışıma çıkarmam yasak ama içten içe sevebiliyordum. Şükürler olsun ki biz izin vermezsek içimize dokunamıyor kimse. Ve içimizdeki bir yolunu bulup dışarı çıkıyor.

Hem aşık olan, hem korkan, hem de illa ki Barış olacak diye tutturan ve dediğini yaptırmaktan dolayı çok mutlu olan o günkü ben, Barış Manço’nun en sevdiğim şarkısını söyleyerek geliyor.

Zaman akmıyor sanki, saatler durmuş bugün. Sonsuz yalnızlığımda bir tek sen varsın bugün, diyor. Zaman herbir benime ait olan karede durmuş bugün ve bütün benlerim o karelerden çıkıp sonsuz bir şimdide tek ve bütün olmak için zirvedeki büyük buluşmaya yürüyorlar. Kıyamet gibi… Bana özel şarkılı, türkülü, neşeli, danslı, bol çiçekli bir kıyamet günü.

Liseli bir ben de var içlerinde. Evde ve okulda yaşadığı her şeye rağmen okul yolundaki akasyaların kokusunu burnuna çekmeyi unutmayan ben’im. Bir elinde ters-yüz edilmiş forması bir elinde gidip oralardan topladığı akasya çiçeklerinden bir demet getiriyor bana. İkisi de o günkü ben’imi bugüne taşımaya yetecek kadar büyük armağanlar.

İlk eşimle nişanlandığım günkü ben’im de dans ederek, oynayarak geliyor. O günlerde içinden gelen dans etme isteği ile dışından gelen ettirmeme isteği arasında bocalayan, dans edip keyif aldıktan sonra ben kötü mü ettimki, diye yaman çelişkiler yaşayan ben’im.

Nişan günümüzde, çok dans etme ve oynama bugün ağır ol, gelinsin sen, demişlerdi aile büyükleri bana. Sanki onların bu sözüne inat, her gittiğimiz masada oynatmışlardı bizi erkek tarafından gelenler. Oynarken bizimkilere bir göz attığımda, kafalar gözler fıldır fıldır dönüyor ve otur yerine artık, diyordu imalı hareketlerle.

Ben görmezden gelip bütün hünerlerimi sergilemiştim. O günkü benim,  nişan gününden çıkmış dans ederek geliyor  ve sevdiğim bütün dansları getiriyor bana.

Yaşadıkları acı ile boyunları bükülmüş ve gözleri hala yaşlı benlerim oldukça fazla.

Bilge ben’im sevgi ve şefkatle hepsinin başlarını kaldırıyor yukarı. Elindeki kutsal kaseye dolduruyor her bir damla gözyaşını. Yaşamın insana kendi içinden çıkarıp vereceği en değerli hazineler gözyaşlarıyla paketlenmişlerdir, diyor. Ve bütün paketleri bana sunmak için kutsal kaseye dolduruyor.

İki tane de gelinlikli ben’im var. Her iki evliliğimde de modelini benim çizdiğim gelinliklerimle geliyorlar. Biz hata yapmadık, içinde taşıdığın enerjiyi sana en iyi yansıtacak eşleri seçtik. Canını acıttık ama kendi enerjini tanıman içindi hepsi, diyorlar. Ve modelini beraber çizip beraber yarattıkları yeni bir gelinlik getiriyorlar bana. Tek başınalığı seçtim ben, bana gelinlik getirmeyin, diyorum. Gelinlik değil bu, bütünlük, diyorlar.

Her genç kızın hülyası gelinlikti ama sen bunu da ters-yüz etmelisin. Her genç kızın hülyası bütünlük olmalı ve bir gün bütünlüğü giyebilme arzusuyla yanıp tutuşmalı, diyorlar.

Kesinlikle her genç kızın hülyası bütünlük olmalı, deyip giyiyorum getirdikleri bütünlüğü. Ellerindeki çiçekleri saçlarımın aralarına serpiştiriyorlar. Bütün benlerimi sevgiyle tek tek kucaklıyorum. Kucakladıkça açılıyor, büyüyor yüreğim. Yüreğimden geçen her bir benim ve kutsal kasedeki gözyaşları inci tanesine dönüşüp diziliyor boynumdaki zincire.

Bilgece hülyalarımdan tanıdığım hayali benlerim kalıyor yanımda.

Eğer istersen, bizimle olmayı seçersen, geleceğinde seninle olmak, geleceğini yaratmak için hep yanında, hep seçilmeyi bekliyor olacağız, diyorlar. Zenginlikleri, yaratıcılıkları ve bilgelikleri ruhumu kamaştırıyor ve geleceğim için şimdiden onları seçiyorum.

Ve bir kuş süzülerek tavaf ediyor zirveyi. Ağzında yem gibi bir şey var.

Share This