Susan Boyle küçük  İngiliz kasabasında yaşayan 47 yaşında bir kadın. Annesi 47 yaşındayken Susan’ı doğuruyor ve doğum esnasında muhtemelen oksijensiz kaldığı için Susan öğrenme zorluğu ile yaşamını sürdürüyor. Okul hayatı boyunca hep alay edilen, gülünen bir kız olarak büyüyor.

Annesi evde çalışırken sürekli şarkı söyleyen bir kadın.
Susan’ın hayali de bir gün profesyonel bir şarkıcı olmak.
Annesini yakın zaman önce kaybedince 2 yıl boyunca şarkı söylemiyor.

İngiltere’de bir yarışmaya katılana dek yaşamı oldukça tek düze.
 
Albenisiz, fazlasıyla doğal görünen bu kadın katıldığı bu şarkı yarışması için sahneye çıkıyor ve jürinin sorularına yanıt veriyor. Jüri de seyirciler de onun profesyonel şarkıcı olma hayaline gülüyorlar.

O alıştıkları şarkıcılara hiç benzemiyor.

Önyargılar yüzlerden okunuyor.

Taki, Susan “I dreamed a dream” şarkısını söylemeye başlayana kadar….

Susan şarkıyı söylerken kocaman salondan önce büyük bir şok dalgası geçiyor.

Sonra jüri, tüm izleyiciler ve bugüne kadar onu internetten izleyen 100 milyon kişi, bu kadının yeteneğini, cesaretini ve doğallığını ayakta alkışlıyor.

Ben bu klibi her seyredişimde heyecandan ağlıyorum.

…..

Sen, ben, hepimiz bunun gibi en az bir yetenekle dünyaya geldik.

İçsel gücümüzün, misyonumuzun birer ifadesi bu yetenekler, bizi olduğumuzu zannettiğimiz şeyden çok daha büyük bir güçle sarıyorlar.

Umutlarımız ve hayallerimizle şekil alıyorlar.

Evet, gerçekten de küçük olmaktan değil büyük olmaktan korkuyoruz.
Belki yaşamın döngülerini, iniş ve çıkışlarını kabul etmek istemiyoruz.
Sürekli tek bir notaya basıp, bundan bir beste çıkmasını bekliyoruz.

Yaşadığımız tüm acılar, içimizde biriken bu enerjilerin “uyandırma” zilleri.

Maskelerimiz, bastırdıklarımız, sözde başarılarımız ve ertelediklerimizle bile bu içsel enerjiyi yok edemeyiz. Şekil değiştirmesine sebep olabiliriz ama yok etmeye gücümüz yetmez.

Kaybetmekten en çok korktuğumuz şeyi kaybettiğimizde, en uzak durduğumuz yönümüzle burun buruna geldiğimizde, kendi gerçeğimizin gerçek yüzüyle karşılaşırız.

Şems’in, Mevlana’nın bağlandığı ve elinden bırakamadığı kitapları suya attıktan sonra “sen ne zaman kendi kitabını yazacaksın” diye bağırması gibi…..

Kendi kitabımızı yazmaya niyet ettiğimizde, artık umutlarımız başkalarının onay ve sevgisinden değil kendi gücümüzden beslenmeye başlayacak.

Hayallerimizi olgunlaştırdıkça, onları açığa çıkartacak fırsatları da kendimize yaklaştırıcaz..

Fırsatları, kaybetme korkumuza rağmen yakalıcaz.

Nasıl görünürsek görünelim, nasıl olursak olalım, yalnız veya birlikte, eğildiğimiz yada düştüğümüz yerden nasıl doğrulduğumuz bizim gerçek gücümüzün göstergesi.

Şimdi kendimize aynada bakma, gördüğümüzü olduğu gibi kabul etme ve sevme zamanı.

Kendimizi, hayalimizi, sevdiğimiz kişiyi, sevdiğimiz işi seçme zamanı.

Bu yönlerimize odaklandıkça, beklediğimiz yada beklemediğimiz anlarda potansiyellerimiz ortaya çıkıvericek.

Kendi kalbimize dokunduğumuzda, başkalarının kalbine de dokunucağız.

İçimizdeki potansiyeller, bize coşkuyla ve heyecanla kendilerini hissettirirken, kendimize doğru yaptığımız bu zorlu yaşam yolculuğunda bize güç veriyorlar.

Bizim onları görmemizi ve ifade etmemizi ümitle bekliyorlar…

Share This