Her şeyi bilen sadece ben değilim elbette. Araştıranlar biliyor, okuyanlar biliyor; ama en çok gıda sektörünün, tarımın, hayvancılığın içindeki herkes her şeyi biliyor.
Biliyor ama kim açıklıyor?
“Aman başımız yanmasın”, “Aman içinde olduğumuz sektöre sekte vurulmasın”, “Aman bunun ucu bana da dokunur” korkuları yüzünden kimse sesini çıkarmıyor. Merak etmeyin, gözünüzün içine baka baka seksen günde kesim ağırlığına ermiş tavukların doğal olduğunu söyleyen tavuk üreticisi de; “Mısır slajı inek için şarttır, biz yerli mısırdan dikiyoruz ama…” diyen hayvancı da inanmıyor kendi söylediklerine. O tavukların “tavuk” olmadığını; kimya sektörünün armağanı mucizevi yemler ile şişirilmiş zavallı civcivler olduğunu o da biliyor. Emin olun, bunu size satan, kendisi yemiyor.
“Organik çilek yetiştiriyoruz” diye iddia edenler acaba tek bir çilek yediriyorlar mı kendi çocuklarına, merak ediyorum? Hatta iyice abartıp “Çilek asla hormon kabul etmez” iddiası ile satanlar; inanıyorlar mı kendi söylediklerine? En çok çocuklar seviyor bunu, en çok çocuklar yiyor çileği. Binlerce çocuğun günahına girebilmeyi nasıl sindiriyorlar? İnsanları çok iyi tanıyorum artık. Hiçbir şey şaşırtmıyor beni. Ama üzüyor…
Yıllardır keçi sütü talebi gelir bana. Yıllardır anlatırım: Keçi, günde bir kilo süt verebilen bir hayvancık; onu da sadece yavruladığında verir. Yarıdan çoğunu yavrusu içer, size kalır azıcık bir şey. Ben keçi sütünü Beydağı Yörükleri’nden alıyorum. O devasa sürülerden getirebildikleri süt; peynir karışımlarına bile zor yetiyor. Keçi sütünü olduğu gibi satmak, satabilmek mümkün değil. Bu kadar kısıtlı üretimi olan bir ürünün, bu kadar bol arzı olması…? Bugün her yerde keçi sütü bulabilirsiniz. Raflar, pazarlar, marketler dolup taşıyor. “Mümkün değil böyle şey” dedim. Hiç inanmadım. Sonunda 2012 Aralık ayı başında Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı keçi sütü sattıklarını iddia edip de içine hile karıştırdıkları tespit edilen markaları tek tek yayımladı. Buzdağının görünen kısmıydı.
Her şeyde bir tuhaflık var. İşe hile karıştırmadığınızda, sekiz litre koyun sütünden elde edeceğiniz peynir, bir kiloyu geçmez. Koyun sütünün toptan satış fiyatı litrede iki buçuk liranın tek kuruş altına inmiyor. Basit bir hesap ile, saf hammadde maliyeti yirmi lira. Buna ambalajlama ekleniyor, soğuk hava deposunda bekletme maliyeti ekleniyor, satış maliyetleri ekleniyor, belli bir kâr oranı ekleniyor… En iyimser rakamlarla baktığınızda kilosu otuz liranın altında bir peynir görüyorsanız, bilin ki o “şey” peynir değil. Bin türlü hile, bin türlü kimyasal… Peynir katkı maddelerini araştırmak basit bir Google araması kadar uzağınızda.
Bugün bir litre sütü bir kilo peynire dönüştürebilecek teknoloji mevcut. Kimya, gıda sektörünün hizmetinde; ama maalesef mutlu son ile bitmiyor bu işlerin neticesi.
Anadolu’nun tarım arazilerini bölen otoyollarda yaz tatiline giderken dikkatinizi çekmiştir. Binlerce hektar, ardı arkası kesilmeyen mısır dikimleri görürsünüz. Ekseri IOWA cinsi… Uzun uzun boyu ile kolayca seçilir. Besi çiftliklerinin en büyük girdisi buralardan gelir. Senede birkaç kez hasat edilebiliyor. Tercih edilmesindeki en büyük sebep bu.
Makine tarlaya giriyor, son hızla, kıtır kıtır keserek mısırı ufak parçalar haline getiriyor. Bu kırpılmış mısırlar toprağa açılmış havuzlara gömüldükten sonra üzerine naylon geriliyor. Kendi ısısı ile fermente olması bekleniyor. Elde edilen yüksek nişasta ve şeker içerikli bu yem, sabah akşam besi ineklerine veriliyor. Süt coşuyor. Hele inek şu reklamlarda gördüğünüz Alaca cinsten ise süt coştukça coşuyor.
Bizim hayvancıklar günde on beş kilogram süt verdiklerinde rekorlarını kırarlarken besi çiftliklerinin Alacaları kırk-kırk beş kilogram sütü en kötü günlerinde verebiliyorlar. Elbette hayvancağızlar haşat oluyor. Şeker hastalığı ile, kısırlık ile, meme mastiti ile, eklem iltihapları ile boğuşuyorlar. Her gün aldıkları “üstün” veterinerlik hizmeti, düzenli olarak yedikleri antibiyotik iğneleri derken ömrünün çeyreğinde mezbahayı boyluyor hepsi.
Üreticisi için üzücü bir durum değil asla. Çünkü zaten normalin beş katı süt verip parasını çoktan çıkarmış oluyor bu inek. En son mezbahada kesildiğinde de güzel bir et parası getiriyor; Allah bereket versin…
Mısır hakkında araştırma yapanlar bilirler; endüstriyel bir bitki olduğu için en yüksek oranda GDO’lu ziraat bu üründe yapılır. Eskiden akrep geni aşılanırdı, şimdi iş birkaç kademe ileriye gitti. Donatıldıkça donatıldı… Nedensiz ölümler başladı besi çiftliklerinde. Hâlâ sebepleri, etkileri araştırılıyor. Yakında bunun da kokusu çıkacak. Sevindirici ki, artık böyle şeyler eskiden olduğu gibi iki satırlık haberlerle geçilmiyor. Yankısı olacaktır.
Oysa mısır slajına dayalı besicilik olmadan da Türkiye’nin her yerinde gayet güzel inek yetiştiriciliği yapılabiliyor. Gayet güzel, saf, bol yağlı, miktarı düşük ama kalitesi çok yüksek süt alınabiliyor. Piyasa şartları her şeyde olduğu gibi, amacı dürüst bir ürün sunmaktansa rekolteyi yükseltmek olarak belirlediği için maalesef, bu yetiştiricilik kayboluyor. Daha bol katkı daha bol rekolteye; daha bol rekolte de daha çok paraya eşit. Formül bu.
Geçtiğimiz sene kuru üzüm-kuru incir-peroksit-mazot ilişkisini anlatan bir yazı yazmıştım. O yazı çok ses getirdi, çünkü doğruydu. Sonra bilin, ne oldu?
İhracatçı birliklerinden biri, “Sen nereden bilirsin, aha da doğrusu budur, biz süperiz” temalı, altı tam sayfalık bir tenkit yazısı gönderdi. Tümcelerin arasında beni ince ince tehdit etmeyi de ihmal etmedi. Sonra da aynı yazıyı, başına bir şikâyet dilekçesi ekleyerek Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na gönderdi. Çiftliğe bir denetleme-araştırma heyeti gönderildi. Bende hiçbir sorun yok; her şeyi incelediler, yaptığımız işi tebrik ederek ayrıldılar.
Buraya kadar olanlar alışılmadık bir durum değil benim için. Ne zaman gıdada dönen hileleri yazsam tekrarlanır altı senedir. Her sektörden beni bir kaşık suda boğmak isteyecek rant çevreleri bulunur; o yazıların her biri “birilerini” fena halde rahatsız eder. Şikâyetler, denetlemeler gırla gider. İlginç olan, bundan sonra olanlar…
Birliğin bu şikâyeti ve şikâyete konu olan bu yazı Ankara’da ses getirdi. Konu Aydın milletvekillerine kadar gitti. Çiftlikten başlayan denetlemeyi civardaki incir-üzüm üreticilerine de uzattılar aynı gece. Sonuç? Bol bol peroksit, bol bol imha edilen incir… O gece içimden geçti birliği arayıp “E, ne oldu anlattıklarınız?” demek; yakıştıramadım kendime.
Birkaç gün geçti, İpek’i sinemaya bırakıp bir kahvede gazeteleri karıştırırken karşıma şuraya tıklayınca görebileceğiniz haber çıktı. Başka söze de gerek yok sanırım: Ziraatçiler Derneği’nin tespit ettiği hileli gıdalar…
Biraz daha ses çıkmaya başladı sanki, hiç olmadığı kadar öğrenmeye çalışıyor insanlar gıda gerçeklerini. Hiç olmadığı kadar sorguluyorlar. Bunda benim de pirinç tanesi kadar olsun payım vardır sanırım. Bunun ihtimali bile sevindiriyor beni. “Aman, aslanlar gibi satıyorum zaten. Ötekiler de ne yerse yesin” demedim hiç. Yapıma aykırı. Ben hep anlattım, hep de devam edeceğim anlatmaya öğrendiğimi, doğru bildiğimi.
Denetlemeler, analizler falan derken… Türkiye’de üreticinin bizzat yaptırıp yayımladığı analizlere hiç değer vermedim. Körler sağırlar birbirini ağırlar şeklinde yürüyen bu işlere de hiç girişmedim. Bunun yerine dedim ki, tüketici bizzat denetlesin alışveriş ettiği çiftliği, üreticiyi. Gitsin, görsün, numune alsın, analiz ettirsin. İpek Hanım Çiftliği’ni de gelsin, görsün; evine gelen herhangi bir siparişten herhangi bir ürünü analiz ettirsin, paylaşsın.
Sevgiler, iyi yıllar
Bir havadis: KalDer Kalite Kongesi konuşması KalDer’in medya arşivinde yerini aldı. Altmış dört dakikalık bir video. Yirmi dördüncü dakikasında benim konuşmam başlıyor, burayı tıklarsanız tam o dakikadan açılıyor. Zamanınız olursa mutlaka tamamını seyredin.