CNBC-e kanalında Gossip Girl yani Dedikoducu Kız isimli yeni bir dizi başladı. CNBC-e favori TV kanalım olduğundan kolaylıkla bu yeni dizinin tanıtım programına da rastgeldim. Böylece dizinin Amerika başta olmak üzere bütün dünyada ciddi sayıda izleyeninin olduğunu öğrendim. Dizinin sloganı, adından anlaşılacağı üzere, “biraz dedikodu yapalım”.

Hadi biz de biraz dedikodu yapalım, dedikodu hakkında…

Dediklerine göre dedikodu “dedi” ve “kodu” olarak ikiye bölünebiliyormuş. Dedi kısmı “demek” olarak incelendiğinde “herhangi bir kanıya, yargıya varmak” anlamına geliyormuş. Kodu kısmı ise “koymak” olarak incelendiğinde “katmak, eklemek” anlamındaymış.

Söyleyenlerin yalancısıyız, dedi ve kodu biraraya gelerek, istenilen herkesi “yargılıyor” ve bu da yetmezmiş gibi olana “on/yüz/bin ekliyorlarmış”.

Dedi ve kodu birlikteliği, dedikodu şeklinde, nevrotik egoların merak ihtiyacından beslenerek  insanlar arasında hızla yayılmış. Dedikodu malzemesi olan konular her nevrotik egonun doldurulması gereken boşluklarına göre biçimleniyor ve çeşitleniyormuş.

Bu durum ciddi sayıda bağımlılarını da yaratmış. Dedikodu kumkuması ünvanı verilen bu şahıslar ruhlarındaki boşlukları dedikodularla doldururken, dedikodunun sermayesi haline gelen insanlar için zor zamanlar yaşanıyormuş.

Diğer yandan gerçekte kim dedikodu kumkuması kim dedikodu sermayesi, bir birine karışmış durumdaymış. “Dedikodudan nefret ederim” diyenlerin de gölgeleri başka insanlardan kendilerine yansıdığından, o insanlar hakkında iki lakırdı etmek terapik bir ihtiyaç halini almış.

İnsanlar için kendi hayatlarına odaklanmak zor olduğundan, buna imkan verebilecek olası tüm zamanlar TV’deki magazin programları ve basılı medyanın magazin parçaları ile doldurulmuş; insanlar rahatlamış.

Başka hayatları izlerken ve konuşurken rahatlayan nevrotik egolar, aslında farkında olmadan kanayan yaraları ile ilgili frikikler veriyorlarmış.

Dedi ve kodu, dedikodu olarak, pek çok insanın hayatını, hayatlarının çeşitli boyutlarını, o kadar kötü etkilemiş ki; ilişkiler bitmiş, kariyerler sona ermiş, hatta tümden yaşamlar sönmüş… Toplumsal baskının önemli bir aracı haline gelmesi bazen yaşamları bir namluya dikilip kalan şaşkın gözlerde bitirmiş.

Şairler onunla ilgili şiirler yazmış, hikayelerdeki, romanlardaki olay örgüsü içinde bolca yer almış. Orhan Veli Kanık’ın “dedikodu”su Levent Yüksel’in seslendirdiği şarkıyla bir zaman dillerde dolaşmış.

Kim söylemiş beni
Süheyla’ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni’yi öptüğümü,
Yüksekkaldırım’da, güpegündüz?
Melahât’ı almışım da sonra
Alemdar’a gitmişim, öyle mi?
Onu sonra anlatırım, fakat
Kimin bacağını sıkmışım tramvayda?
Gûya bir de Galata’ya dadanmışız;
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu;
Geç bunları, anam babam, geç;
Geç bunları bir kalem;
Bilirim ben yaptığımı.
 
Ya o, Muallâ’yı sandala atıp,
      Ruhumda hicranın’ı söyletme hikâyesi?

Ruhlarımızdaki hicranları (ayrılışları, kopuşları, acıları) çok güzel ortaya koyan dedikodu, bazı söylentilere göre bireysel gelişim yolculuğumuzun çok önemli farkındalık aracıymış. Neyin dedikodusunu yapıyorsak biz “o” imişiz en derinlerde bir yerlerde…

Share This