Toprak sahipsiz ortalık sessizdi. Çekilip evlerimize tüllerimizi çekmiştik…

Organik tarihin mantarlarını, aydınlanan her yerde bitiriyorum ben Baba…

Işığın vuruşu karanlığın büyümesi değil midir esasında!

12 eylül sabahı geliyor aklıma…

80’lerin ilk yarısındaki tarihin herhangi bir yerinde/zamanın bir bilinmezinde, diyeceğim işlerle en ilgili amcalardan bir tanesi, Beyoğlu’nun gene en ilgili amcalarıyla bir toplantı yapar ve der ki:

“Her kim ki solcudur ve bar ruhsatı istemektedir; hiç zorluk çıkarılmaya, tiz elden verile! Öyle içip sıçsınlar ki, ertesi gün miting falan düşünecek halleri kalmasın… Ve de; kimin eli kimin cebinde belli olmasın ki, Allah’ın cezası romantik-temiz-masum bacı muhabbeti, defolup gitsin şu hayattan… Yesinler birbirlerini p…..ler…”

Erdal Atabek’in bir yazısını okumuştum ben de o vakitler. (Belki de tam o toplantının olduğu gündür o gün; kim bilebilir ki bunun böyle olmadığını? Gerçekten o tarih o tarihse amma komik olur ha!)

Tam böyle değilse de mealen tıpkısının aynısıydı, diyordu ki:

“Alanlarımızı alıyorlar ellerimizden; büyük, açık alanlarımızı, sinemalarımızı, kahvelerimizi, tiyatrolarımızı… Sürüyorlar bizi sürüye sürüye… Bu gidişin sonu bilin ki barlardır. Daha sonrasıysa; o hale gelinecek ki evlerimizden çıkamayacağız…”

Uygarlığın kültürün ve insanlığın sonu iyiden iyiye yaklaşıyor
zaman tükenmekte perde kapanmakta

Bütün renkleri hızla tükettik Baba; Karadeniz, Akdeniz, İç Anadolu, Doğu, Güney Doğu Anadolu, Ege, Trakya… Fast-food gibi alelacele, hoyrat!

(Eski) solculuğun, Kürt/Aleviliğin, sanatçı/ünlü olmanın rantını; yatağa karı/erkek atmak, kitleleri kandırmak ya da para kazanmak için kullandık…

Aşk, sevgi ve sevda, yerini çoktan ete-çıkara terk etti…

Kahveler, kahvelerde oyunlar, oyunlarda ihanetler, ihanetlerde içkiler, içkilerde yıvışıklıklar, yıvışıklıklarda yalama ve yalaka ilişkiler fır dönüp duruyor Baba…

Oyunlar, entrikalar, küçük orospuluklar gırla…

Dostluksa istiridyede inci; dostlukumsutrak ilişkilerdir şimdilerde moda olan Solcu, lümpen, aydın fark etmez, herkes “bok çukuru, lağım çukuru, boka bulaşmak” diyor Beyoğlu’na Baba, öyle diyor…

O Beyoğlu ki, hepimizin en iyi soluk alıp verdiği bir özerk cumhuriyet, bir oksijen çadırı değil miydi?

Kimdir bunun suçlusu?..

Beyoğlu?

Bizler?

Peki, bütün kötü şeyler orada yaşanıyor da, ülke/dünya çok mu masum?

Sıcak yoksa soğuk siyah yoksa beyaz olabilir mi hiç!?

Her yer doğrudur (!) da, Beyoğlu’nun düzenbazlık seçen, yıkıcı ve kirli bir ruhu mu vardır yoksa!?

Dünyanın hal-i pür melali çok mu iyi Baba, çok mu iyi!?

Kabul etmek lazım ki; doğusu/batısı, solcusu/sağcısı, köylüsü/kentlisi, Amerikalısı/Avrupalısı, Beyazı/Siyahı, Sarısı/Kızılı; her şey/yer/kes kirlendi artık!

Ve, “Herkes her şeyden suçludur.”

Şu “nerelisiniz” sorusunu soranlar ve aldıkları cevap kendi memleketlerinin adı değilse, “olsun hepimiz insanız” diyenler!!..

Alevilere küfreden Sünniler…
Kürtleri küçümseyen Aleviler…
Zazalarla alay eden Kürtler…
Hepsinden nefret eden Türkler…
Kürt solu, Türk solu, fraksiyonlar, tiyatronun bu tarzı, sinemanın şu ekolü diyerek birbirlerini yiyenler…
Toz-buz-karı satıp ahkamlarıyla ortalığı toza dumana bulayan grotesk ahlakçılar…
Düşü, yoldaşı, (hayata tutunabilmek için) üç kuruşa satanlar…
Kendileri de dahil, karı/koca/sevgili/hayat/yoldaş/dost/herkese, sürekli yalanlar atanlar…
Pazara sürülmüş ne değer varsa, tüketimine oburca katılanlar…
Düş, umut, duygu, dostluk, iyi niyet, masumiyet yiyenler…
Her türlü rezilliğe az geçmeden alışanlar…

Daha da açılırsak; Arap-Kürt, Müslüman-Hıristiyan, Ermeni-Rum, petrol-toprak-doğal gaz boru hattı ve sonsuz şu-bu diyerek gezegeni kan gölüne çevirenler…

Hepimiz, hepimiz suçluyuz Baba…

Beyoğlu’nun büyüsünden daha önemli değil mi şu sorular:

Niye buradayız? Neyi arıyor, neyi bulmaya çalışıyor da bulamıyoruz?

Ne farkımız var; makroda egemenlerden, mikroda mahalle arası minicik yaşantılardan?

Kocaman ve kodamanlar tükenelim diye ellerinden geleni artlarına koymazken ve biz de bunu bilirken, birbirimizle dalaşmak tuzağa düşmenin dik âlâsı değil mi?

Bu it dalaşı niye?

Birbirimizi un ufak ederek, sevgili yönete(meye)nlerimizin, baka(maya)nlarımızın ekmeğine yağ sürmüyor muyuz?

“Karanlık yalnızca gece midir? Kuyu dipleri ile mağaralar mıdır!?”

”Karanlık içimizdedir ve ipi oraya saldığımızda, belki her sabah başlayan aydınlıktan çok daha farklı olan bir aydınlığa kavuşur, ziyan edilen yıllara acırız.”

“Peki hiç mi umut yok?”

Olmaz mı Baba, olmaz mı:

Yeryüzü gecelerine, bir mektup olsun bırakmak isteyenler…

Çok şey olabilecekken, kendisi gibi olmayı yeğleyenler…

Zamanın arabasında çocuğa yol yapanlar…

Gözünü-aklını, yola-yolculuğa dökmüşler…

Biz sizin aynalarınızdan bakmadık ki hiç kendimize, diyenler..

Yaşam acemisi olan düş ustaları…

Bütün dalların “gerçek” sanatçıları…

Yüreğinden başka dağ tanımayan eşkıyalar…

Ve:

“Hayatın yüzeyini görmekten sürekli kaçınıp, yüzeyin ardındakiyle ilgilenenler…

Düşlerinde dahi bozguna uğradığını kabul eden yenikler…

Yerleşik öğretiye, uyuma, şiddete, sıradanlığa, belleksizliğe, riyaya ayak direyen, boyun eğmeyen inatçı ve özel insanlar…

Dünyanın ve şeylerin olması gerektiği gibi olmamasından acı çeken ruhlar…

Ruhu katleden şu makineleşmiş uygarlığa çığlık atanlar…

Bilerek ve isteyerek sokağa düşmüş, daha uygun bir deyişle, oraya çıkmış insanlar…

Olanca sıradanlıklarıyla sıra dışına çıkmış düpedüz sokak insanları…

Genel kabul görmüş olan yerleşik anlayıştan farklı bir duruşa sahip olanlar…

Umut onlarda baba, umut onlarda…

Share This