“Döndüğünüzde yanınızda böyle bir şey görmek istiyorum” dedi annem.
Anneler günü münasebeti ile onu Kuruçeşme’deki Aşşk Kafe’ye götürmüştük. Günlerden pazar, saatlerden sabahın dokuzu olmasına rağmen deniz kenarındaki masalar kapılmış, boy boy anneler, boy boy çocukları tarafından kutlanıyordu. Biz de hediyemizi verdik. Arka masamızda oturan ailenin bizden yana gülücükler ve öpücükler gönderen küçük kızını gösterip talebini tekrarladı. Hiç tepki göstermediğimize göre belki de onu duymamışızdır.
Ben yine uzak, egzotik bir ülkeye temelli yerleşmek hayalinden bahsediliyormuş gibi hülyalı hülyalı Boğaz’ın ağlamaklı mavi sularından yana baktım.
Birkaç ay önce “Çocuklu mu Çocuksuz mu?” başlıklı bir yazı yazmıştım. Şubat günlerinin birinde çalışma masamın penceresinin önünde kahve içer, yağan karın zarafetini seyrederken aniden parmaklarımdan fırlayan kısa bir yazıydı. Meğer öğrencilerimin hep aklından geçen bir soruymuş bu. “Defne Hoca’nın çocuğu olacak mı?” Arkadaşlarımın anneleri soruyorlarmış, “Peki ya Defne? O hiç düşünmüyor mu bir bebek?” Bu sorular bulut olmuş, tepemde yükselmiş, cevabı bir anda parmaklarımdan çıkan o yazıya sağanak gibi inmiş. Yazı, vakit geceye dönmeden okunma rekorları kırdı, haftası dolmadan kırk adet birbirinden iyi yorum benim satıların altına sıralandı.
Bu arada biz yılın ikinci yarısını geçirmek üzere yine İstanbul-Atina evlerimizi kapattık, bavulları doldurduk, tarttık, kutupların üzerinden öte tarafa indik. Amerika’dayız. Yeni zaman dilimine alışamayan bedenlerimiz bütün hafta boyunca gecenin bir yarısında uyandırdı bizi yine. Ben sızlandım, alışmıştık ne güzel İstanbul’a, ne diye geldik ki, diye. Hem burada Yunanca dersi de yok. Evimiz de çok pis. Bilge Bey güldü geçti halime. Geçen sonbahar buradan İstanbul’a indiğimizde ne çok ağladığımı hatırlattı. Üstelik o zaman tertemiz bir eve inmiştik. Yunanca dersi de vardı. Özdemir Asaf ne güzel demiş işte,
Sen gelirken ağlamıştın,
Orası için.
Bil, gidersen de ağlayacaksın,
Burası için…
İnsan zihni yeniye (yeni eski bile olsa) ne çok direniyor! İlla ki alıştığını istiyor. Alıştığı ona zarar bile verse, onda bulduğu rahatın yerini başka bir şey tutamaz gibi geliyor. Alıştığından çok sıkılmış olması gerek ki onun rahatından vazgeçebilecek cesareti toplasın. Ben de çocuk yapmak için hayatın tekdüzeliğinden sıkılacağım, yazının, yoganın, romanların, seyahatlerin, kahve masalarında günlüğümü yazmanın beni artık tatmin etmeyeceği bir günün gelmesini bekliyorum.
Bu konuyu o zaman düşüneceğim.
Kuzenim Esin’i biliyorsunuz, yazılarımda sık sık bahsederim. Teyzemin kızı. Burada, Portland’da yaşıyor. Daha sekiz yaşındayken annesi (teyzem) getirdi onu buraya. Bir daha da dönmediler. Benim de buraya yerleşmemden ve hatta Bey ile tanışmamdan dolaylı olarak bu ikisi (teyzem ve Esin) sorumlular.
Esin’le ben kardeş gibi büyüdük. Yaz tatillerimiz nene-dedemizin adadaki evinde büyüklerden bağımsız hayatlar sürerek geçti.
Esin Amerika’ya gelene kadar aynı boyda, aynı kilodaydık. İkimizin de okulda dersleri iyiydi. İkimiz de roman okumayı çok seviyorduk. Sonra büyüdük. Onun boyu uzadı. Ben ailede sıkça telaffuz edildiği üzere “kısa kaldım.” İkimiz de sosyoloji okuduk. Gazeteci olmayı hayal ettik. Sonra başka konularda mastır yaptık.
Birbirine böylesine paralel giden hayatlarımız içinde karakterlerimiz birbirimizin negatifi olarak gelişti. Ben zaten “kara”ydım daha çocukluktan beri, o ise akça pakça “beyaz”dı. Ben sözde cesur olandım, daha özgür ruhlu olan o ise hep çekingen, sessiz kardeş olarak bilindi. O okulunu bitirdi, avukat oldu, iyi para kazandığı bir işe girdi, evlendi, tasarım ödülleri alan bir ev aldı kendine. Ben malumunuz biraz orada biraz burada yaşamayı sürdürürken yogayla tanıştım, sonra Kokia ile ve hâlâ ay sonunu nasıl getireceğimi bilmediğim bir bütçe ile yaşamayı sürdürüyorum. Yaşıtlarımın hayat normalleri arasına giren ev almak, vadeli tasarruf hesabı açtırmak, balayına çıkmak, altı ayda bir diş temizletmek gibi mevhumlardan uzak yaşıyorum.
Esin sıkıcı hayatından çok sıkıldığı zamanlarda ben ona derdim ki, “Gün gelecek sen de topuklu ayakkabılarını fırlatıp koşa koşa işyerinden çıkacak ve bir daha dönmeyeceksin. Tek yapman gereken o kadar sıkılana kadar beklemek. Sonra cesaretini toplayacaksın.”
Ben böyle köşemde oturmuş hariçten gazel okurken Esin, işini bırakıp çıplak ayak sokaklara kaçmadı ama çok daha cesaret isteyen bir hamle yaptı ve hamile kaldı. Geçen sonbahar biz buradan ayrılmadan, sanki uzun zamandır düşündüğü, istediği bir şeymiş gibi öyle pat diye bebek beklediğini söyleyiverdi. Ben hayretten açılmış gözlerimle ona bakakaldım. Kırk yaşıma merdiven dayadığımdan beri ellerimi başımın arasına alıp alıp düşündüğüm, karar verecek olan sanki bizlermişiz gibi eksileri artıları önüme döküp de hesaplar yapmaya çalıştığım şu mesele böyle sade, böyle basit bir şekilde sonuca bağlanabilir miydi?
Nitekim, aynı sadelik içinde Esin hamileliğini tamamladı ve geçen hafta, biz Portland’a ayak basarken bebeğini beş saatlik normal doğumla dünyaya getiriverdi.
Hani cesur olan bendim?
Bugün yeğenim Lukas ile tanışmaya Albina Press’e gittim. Bebek arabasında uyuyordu. Kolları, bacakları incecik, yanakları kırmızı kırmızı, gözleri sımsıkı yumulmuş. Aynı Esin’in bebeklik fotoğraflarına benziyor. Uyanıp vıklamaya başlayınca Esin kaldırdı, bluzunun altına sokup emzirdi. Sonra gazını çıkardık. Sonra yine uyudu.
Ben Esin’i sıkıştırdım. Bu bebeğe karşı ne hissediyordu? Daha önce benzeri bir duygu hissetmiş miydi? Aşka benziyor muydu? Çocukken annelerimize karşı duyduğumuz tutkuyu andıran bir tarafı var mıydı? Hani hep yanımızda olsunlar istediğimiz insanlar vardır, dostlar veya sevgililer, onlara karşı hissettiklerimize benziyordur belki? Peki sevgilimiz hastalanıp da yataklara düştüğünde hani, ona bakarken bir içimiz parçalanır, o insanı ne çok sevdiğimizi düşünürüz, hemen iyi olsun isteriz ya, öyle bir his olabilir mi?
Hayır, hiçbir şeye benzemiyordu Esin’in Lukas’a bakınca içinde beliren duygu. Yepyeni bir şeydi, kıyaslayabileceği eski bir duygusu, bana verebileceği bir referans noktası yoktu. Evet, aynı aşktaki gibi hep yanında olmak, hep dokunmak ve öpmek istiyor ama karşılık beklemek aklından bile geçmiyordu. Evet, hastalanan sevgiliye çorba verirkenki gibi bir şefkat hissi de içinde beliriyordu ama bebeğin hasta bir sevgiliden çok daha uzun süre bakıma muhtaç olduğunu bildiği halde ona bakmak hiç de zahmetli bir işmiş gibi gelmiyordu. Doğurup da bunalıma giren kadınları da hiç anlamıyordu.
Esin’in hissettiği en belirgin duygu neşeydi.
Onlar evlerine yürürlerken ben arabaya binip mahallemize döndüm. Yağmur dinmiş, ağaçlar fosforlu yeşil parlıyorlar yine. Mississipi caddesinde kırmızı rujlu kızlar kısa puantiyeli etekler giymiş, dondurma yiyorlardı. Rengârenk çiçeklerin arasından geçerek eve vardım. Bey dün pazardaki yerlilerden (Kızılderili yani) aldığımız Alaska somonunu fırında pişirmiş beni bekliyor. Yeğenimle tanışmamızın nasıl geçtiğini sordu Yunanca. Çok tatlı dedim, poli glikaki Lukaki. (Yunancada öyle denmezmiş ama yazar olduğum için Bey izin verdi.)
Somonumuzu yerken Eurovizyon şarkı yarışmasını seyrettik, çocukluğumuzun Eurovizyonlarını neşeyle (bende hüzün de vardı tabii- Opera 1983 vs) hatırladık.
Hayır benim bu hayattan sıkılacağım yok. Ama insanın hayatını değiştirecek bir adım atması için illa ki de çok sıkılması gerektiğini ben nereden çıkardım?
Esin bileklerine kadar denize girmiş titrerken, ben atlar yüzerdim. Albayrak yokuşunun tepesinden aşağı ben bisikletimi frensiz salarken, o yürüyerek inerdi. Bir akşam vapuruna gizlice atlayıp İstanbul’a giden teyzemi takip etme fikri de bana aitti, kayıkhanenin dikenli tellerinin arasından geçip Anadolu Kulübünde yüzme fikri de…
Şimdi attığı bu koca adımla Esin beni fersah fersah geçti. İnsanın alıştığı rahatından vazgeçip de daha önceden eşini bilmediği bir hissi tatması için hayatından sıkılması değil, cesaretini toplaması gerekiyor. Ana-baba olma cesaretini gösteren bütün insanlar bende artık müthiş bir hayranlık uyandırıyor.
Bu aralar çok bebek doğdu. En zor iş de onlarınki. Sen gel hakkında hiçbir şey bilmediğin bu âleme onca emek, onca zahmet ile doğ, dünyanın en korumasız yaratığı olduğun halde hayata sımsıkı sarıl. Esas cesaret budur işte!
Bütün yeni bebekler, her biriniz kahramansınız.
Dünyaya hoş geldiniz!