Yıllar önce bir gün, bir çiçekçiye girmiş ve kendimi hiç ummadığım bir sohbetin ortasında buluvermiştim. Şehrin eski çiçekçilerinden olan altmış yaşlarındaki bu beyefendinin, zenginlikle, kültürle, bol dostluklarla geçen yıllarını zamansız iflaslar, boşanmalar, hastalıklar gölgelemişti. Her şeye rağmen, kendinden daha az imkânları olan insanları ihmal etmemiş, onlarca öğrenci okutmuş, yoksul ailelere maaş bağlamıştı.

Bu babacan insanın, son on yıl içerisinde çok sevgili eşi onu boşamış, biricik evlatları onu arayıp sormaz olmuştu. Üstelik ağır bir de kanser geçirmişti. Kanser ikinci kez tekrarladığında ilk kez kendine dönüp bakmış “Ben nerede hata yaptım?” demişti. Tüm hayatını sorgulamış, başkalarına bu denli iyi olurken neden özel hayatında huzuru bulamadığını masaya yatırmıştı.

“Sevmemişim” dedi, çeşit çeşit kokulu çiçeklerin sardığı dükkânında çayını hüzünle yudumlarken… “Ben kendimi hiç sevmemişim.”

Başkaları için yaşarken kaybettiği şey kendi hayalleri, kendi biricikliği, kendisi idi. Kanseri öz nefretinin son kalesiydi.

“Artık kendimi seviyorum” demişti.

Doktorların ameliyattan sağ çıkamazsın demelerine rağmen ameliyat olmuş, doktorları hayrete düşüren bir hızda iyileşmiş, hatta şimdilerde yeni eşi ve dostlarıyla, dolu dolu ikinci baharını yaratmıştı.

Kendini sevmek…

Oyunculuk kursunda bir arkadaşım bana, “Sahnede, izlemekten zevk aldığımız bir kadın var ama sahne dışında kendini yok etmeye çalışıyor gibisin, kocaman gri hırkalar içinde kendini saklıyorsun, umarım sahnedeki kadını sahne dışına da taşırsın” demişti.

Sahnedeki ilk deneyimimi hatırladım. Yönetmenim bana iyi bir potansiyelim olduğunu, hayal gücümde istesem okyanuslar aşabileceğimi söylemişti. Bu övgüler karşısında içimde derin bir öfke hissetmiş, bu yersiz ve apansız öfkeye hayret etmiştim. Şimdi anlıyorum ki öfke duyuyordum çünkü yeteneklerimi aslında içten içe ben zaten biliyordum ama en yakınlarım bana bunları asla söylememişti!

Sahip olduğum tüm zeki, başarılı, güzel, yetenekli sıfatlarının hepsine neredeyse düşmandım. Çünkü ben ne zaman takdir edilmek istesem okulum ve çevrem tarafından yoğun biçimde aşağılanma ve tepki görmüştüm. O kadar kızgındım ki! Ben ne yapmıştım onlara! Azıcık sırtımı sıvazlasınlar, yanağımdan öpsünler, başımı okşasınlar istiyordum. Ama hayır! Tam tersine onlar kendi boylarına bakmadan benimle yarışıyor, o da ne ki ben bunu bunu yapmıştım diyip ellerinin tersiyle beni çöpe atıyorlar, minicik başarı kırıntılarımı da çocuk kalbimle birlikte bin parçaya dağıtıyorlardı.

Ben onlara zaten hayrandım, hayran olduğum bu insanların gözüne girmek en büyük isteğimdi. Ama görmüyorlardı işte, yok sayıyorlardı beni. Ben de tepkimi, sergilenen resimlerimi serginin hemen ardından yırtıp çöpe atarak, en sevdiğim eşyalarımı parçalayarak, kendimi arkadaşlarımdan izole ederek, sevdiğim şeylerden kendimi mahrum ederek, tıpkı onların yaptığı gibi kendimi yapabileceğim her yolla aşağılayarak ve acı vererek göstermiştim. Alın size alın! demiştim. Tam da sizin dediğiniz gibiyim işte. Herkes, her şey benden daha iyi, ben bir hiçim, yokum hatta, en iyi sizsiniz! Buyurun alın size ispatı.

Son sözümü böylece söyleyip kalbimin odasında karanlık bir odaya kapatmıştım kendimi.

Evet iyi insan olacaktım ama bundan kendi iyiliğime pay çıkarmayarak. Nasıl anlatayım? İyi insan olmayı elimde tutacaktım ama benim aslında iyi olmadığımı bilerek… “İyi insan ol ama buna layık olmadığını da unutma” sopasını duvarımın baş köşesine asarak. Sakın öne çıkma, sivrilme, fark edilme desturunu taşıyarak…

İçimde yılların birikimi büyük bir engellenmişlik duygusu köpürmüştü. Başka bir sanatçı büyüğüm senin için hayallerim var sen de kendin için hayal kur dediğinde şaşırmıştım. Niçin birisinin benim için hayali olsundu ki. Benim bile kendim için hayalim yoktu. Hasbelkaderdi her şey. Hasbelkaderdim işte. Hayal kurmayı denedim sonra, ama hep boğazıma takılıyordu görüntüler bir yerde. Heyecan ve coşkuyla doldurduğum hayallerimin tam ortasına büyük bir hayal kırıklığı, küskünlük, burukluk çöküyordu.

Bir kaç yıl önce kendimi uyanık bir rüya içinde bulmuştum. Rengârenk gökkuşağı vardı ve altında bir hazine kutusu, kutunun içinden, küçük bir kız çocuğunun sesi geliyordu, “Beni buradan çıkar” diyordu ses. Gökkuşağının üzerinden kelebekler, rengârenk çiçekler geçiyordu. “Bir bıraksan beni, bir cesaret etsen” diyordu. Korktum… Kimdi o?

“Ama” dedim ona, “Ben nasıl kendimi ortaya çıkarırım. Sevdiğim herkes benden nefret ediyor, kendimi seversem kaybederim onları, yalnız kalırım. Kendimi seversem kimse beni sevmez.”

“Ama kendimi sevmezsem de yine sevgisizim.”

Kafam karışıyor… Sıkışan nefesimden tanıdık ama yabancı bir duygu sızıyor: O kızı seviyorum ben.

Korktuğum şey belki de kendim olarak yaşayamadığım yılların acısıyla yüzleşmek… Üstelik bunu ben yaptım, beni oraya ben kapattım!

Boğazım düğümleniyor. Dilimde, dudağımda, yüzümde hissettiğim o donmuş enerjinin çözüldüğünü hissediyorum. Minicik sesle mıymıy konuşmaya boğduğum ruhum hızla çözülerek, daha güçlü bir sesle tınlıyor.

Çiçekçi dükkânını hatırlıyorum…

Kimi yeşil kimi pembe, kimi odunsu kimi yapraklı, kimi bodur kimi uzun… Nasıl da biriciktiler, nasıl da kendileriydiler, nasıl da beğenilseler de beğenilmeseler de iplemiyorlardı. Düşün ki bir çiçek, kendi olma cesaretini gösteriyor…

Minik çiçek, küçük kız… Sen hep ol. Ben seni hissediyorum. Ben seni kokluyorum. Ben sana sarılıyorum. Ben seni seviyorum.

Hayal kuruyorum artık: Küçük kız minik hazine kutusundan çıkmış, kanatlarıyla yol alıyor. Okyanus aşırı hayal gücünde yepyeni oyunlar oynuyor. Büyük öfkeler tutan ellerinde şimdi yabani, evcil, morlu, yeşilli, salkım saçak çiçekler açıyor. Ama bir görseniz… Açıyor da açıyor.

Kapılarım aralanıyor. Seviniyorum. Hemen elime kâğıt kalem alıp en sevdiğim şeyleri hızla yapmak üzere şimdiki zaman dili ile sıralıyorum:

İstanbul  Modern’e gidip kütüphanesinde kitap okuyor, çeşitli ressamların hayat hikâyelerini karıştırıyorum, Oyuncak Müzesi’ne gidiyorum, dostlarda Bebek’te  kahve içiyorum, her sabah güne yoga ile başlıyorum, yakınlaşmaktan korktuğum insanlara ilk adımı ben atıyorum, sevdiklerime sürprizler hazırlıyorum, nasıl biri olmak istediğimle ilgili kendimi geliştiriyorum, bağış yapıyor yardım edebileceğim kişilere gerek maddi gerekse manevi destek veriyorum, acilen çevre dostu deterjanlara geçiyorum, bol bol hayal kuruyor bunun için korkuma rağmen adım atıyorum, en önemlisi kendimin en yakın dostu olmayı öğreniyorum, bir dostun verebileceği sevgi, ilgi, şefkat ve desteği ben kendime veriyorum. Biliyorum ki ancak kendimin dostu olabilirsem başkalarıyla da gerçek dostluklar yaşayabilirim.

Yaşamak ve yaşatmak… Hissediyorum, dar alanlara sıkıştırdığım yaşamım sanki derin bir nefes alıyor.

Her minik kız uyandığında çiğ yağıyor, çiçekler tazeleniyor…

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/cicekci-ve-cicek-kiz/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/cicekci-ve-cicek-kiz/" data-text="Çiçekçi Ve Çiçek Kız" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/cicekci-ve-cicek-kiz/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>1977&#8217;de Ankara&#8217;da doğdu. Sonra Kayseri, Kırşehir, Manisa, tekrar Ankara yolları derken yolu kendine hiç düşmedi. ODTÜ İşletme&#8217;den mezun olup dokuz yıl iletişim alanında çalıştı. Ruhunun bekleme odasında geçirdiği günlerin ardından, bir gün Nil <a href="https://dergi.kuraldisi.com/wp-content/uploads/sites/4/2016/05/serapzerener.jpg"><img fetchpriority="high" decoding="async" class="alignright size-medium wp-image-4205" title="serapzerener" src="https://dergi.kuraldisi.com/wp-content/uploads/sites/4/2016/05/serapzerener-225x300.jpg" alt="" width="225" height="300" /></a>Gün&#8217;ün bir kitabıyla başını dışarı uzattı. İlk defa siluetini gördü; kim bilir belki bir gün gerçek kendini de görebilirdi.</p> <p>Yaşam Okulu&#8217;nda adım adım kendine varmayı öğrendi. Hiç dinlemediği kadar dinledi içini. Sonra, bazen o bazen kalemi, kâğıda yazmaya başladı kendini. Yıllardır ayrı kalmış iki sevgili gibi önce seviştiler benliği ile sonra sıra hayatla flörte geldi. Oyunculuk girdi örneğin hayatına, oyun oynamak yani. Sanat girdi, insanlar girdi; bebekler, çocuklar, yetişkinler, affedilenler, küfredilenler, özlenenler, akla hayale gelmeyenler girdi. Hayata güvendi bu sefer, tamam dedi, gelsin sıradaki! En çok insanı; insan olmayı; yaratılışı sevdi.</p> <p>Hayatının şu noktasında kalemi, oyunculuğu, paylaşımcılığı ile daha çok sevmeyi ve vermeyi öğreniyor. Bir de çok şükran duyuyor çünkü bütün bu olup biteni tahmin bile edemezdi&#8230;</p> <p>Yaşama evet!</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This