Bütün neşeli yüzler birbirine benzediğinden mi ne, aynı görüntüye baka baka dinlenmeye başlıyorsun.
O zaman pembeleşiyor yanakların. İçlerinden biri olmak duygusu hoşuna gidiyor.
Görünmezleşiyor, ötekilerin gözünde yok oluyorsun.
Olduğuna inandığın ile gerçekte olduğun sen arasındaki derin uçurum şölenlerde kapanıyor.
Şu an, geçmişte erimeye başlayan şimdiki zaman hükmünü yitiriyor birden.
Sema Kaygusuz
Yüzünde Bir Yer
Bir program izliyorum, soruyorlar:
Düşüncenizi özgürce ifade edebiliyor musunuz?
– Düşünce her zaman özgürdür de ifade etmek konusunda değiliz.
– Düşüncemi ifade ederken çekiniyorum, arkadaşlarım tarafından dışlanabiliyorum bazen düşüncelerim yüzünden, ben de susuyorum.
– Düşünce özgürlüğüne inanmıyorum.
– Düşüncelerimi rahatlıkla ifade edebiliyorum, kimseden çekinmem ama devletten korkuyorum.
(Dokuz yaşında bir kız çocuğu) – Düşüncelerimi özgürce resim yaparak ifade edebiliyorum.
(Beş yaşında bir şirine) – Düşüncelerimi özgürce söylerim her zaman…
Yüzüm gülüyor bu son iki cevaptan sonra. Çocuklara ve delilere özgürlük var ya da onlar zaten özgürlüğün verilmesini hiç de beklemeden, alma talebinde bulunmadan, özgürlüğü düşünmeden… yaşıyorlar, sadece yaşıyorlar. Özgürler.
Çocuklar hayatı ilgi çekici buluyorlar. Onlar için yeni yıl yok, her an yeni. Biz artık görmüş geçirmiş ve biliyoruz ya birçok şeyi, artık çok da ilgimizi çekmiyor yaşadıklarımız, insanlar. Bebekler ellerini, ayaklarını incelerler merakla. Biz artık çözdük neyin ne olduğunu, on parmak-iki el-et-kemik… nihayetinde. Biliyorum dedikçe, ezberlemiş zihinle, bellekle baktıkça acaba birazcık uzaklaştık mı bedenimizden, hislerimizden? Bilemem, cevabımız kendimizde, belki henüz hiç bakmadığımız bir yerlerde.
Yeni yıl geliyor. Eski gidiyor… mu?
Eski de yeniydi bir yıl önce. Ne kadar yenilikle yaşandı? O eski yılın son gece çılgınlığı, eğlencesi, hevesi… ertesi güne ne bıraktı? Bir ertesine, bir ay sonrasına, bir yıl sonrasına. Ne kaldı bizde şimdi eskimiş o yeni yıldan, yeni bir yıla adım atarken? Hepimize göre değişiyor sanırım.
Eski gerçekten geçip gider mi?
Eskiyen bir yıl mı günlerden gecelerden oluşmuş? Biz neyi eskittik? Eskittiğimiz bir yıl mı, aylardan oluşan?
Eskidi diye attığınız ve aslında hiç kullanmadığınız, yüzüne bile bakmadığınız, ne için aldığınızı bile unuttuğunuz eşyalarınız olmadı mı hiç?
Eskidi diye atmaya kıyamayıp birilerine vermeye çalıştığınız giysiler, anılar, öğütler, fikirler, gülüşler ve gözyaşları…
Çekmecenin bir yerlerinde, dolabınızın o ne bileyim neyin altına sıkıştırdığınız, vazgeçmeyi göze alamadıklarınız yok mu? Bırakmadığınız alışkanlıklarınız, ilişkileriniz, hedefleriniz, umutlarınız, hatıralarınız, düşünceleriniz, mektuplarınız ve fotoğraflarınız, artık yazanın olmadığı ve yazanın anısını bile bırakamadığınız küçük aşk notlarınız, çoktan kurumuş çiçekleriniz, kendinizden bile sakladığınız hem görmek istemeyip hem çıkarıp atamadığınız utançlarınız-suçluluk duygularınız, yine gözyaşlarınız yine gülüşleriniz, aşklarınız… Yüreciğin gizli köşesine sakladığınız korkularınız, kimselere göstermediğiniz ayrıksı otlarınız, kimseye dokundurtmadığınız hüznünüz, yalnızlığınız…
Benim var, çokça. Onları ne başkasına verebilirim, ne çöpe atabilirim, ne yok sayabilirim. Onlara bakmamam, gözlerimi kaçırmam, kulaklarımı tıkamam da orada oldukları gerçeğini değiştirmez. Yani bunca yıl benim için en azından değiştirmedi.
Oya Baydar’ın Sıcak Külleri Kaldı kitabından yenice çıktım, etkisi hâlâ üzerimde geziniyor. Hiç eskimeden bugüne gelen korkuları, kaygıları, kaybedişleri, kuşkuyu, güvensizliği, sorgulanmayı, sistem içi sistemleri, düşünceyi özgürce ifade etmenin bedellerini… ve yine güveni, aşkı, umudu, emeği, sorgulamayı… Oya Baydar’ın etkileyici ve yaşayan nefes alan üslubundan okudum-yaşadım.
Düşünce özgürlüğünü soran röportaja gelirsem, hani şu son iki şirinenin cevabıyla yüzümü güldüren röportaja:
Çocuklar belli bir yaşa kadar kendilerini özgürce ifade edebiliyorlar. Bir zamanlar bizler de çocuktuk ve belki bazılarımız hâlâ çocuğuz. Susturulana, hücrelere kapatılana, ayıplanana, cezalandırılana, reddedilene, dışlanana, kendin olduğuna inandığın ile gerçekte olduğun sen arasında derin uçurumlar açılana kadar çocuktuk. Paslanmış zihniyetlerin parmaklıklarını aşan özgür bir yanımız kalmıştır belki. Ve belki tüm bunlara rağmen çocuk kalabildi bir yanımız. Kim bilir.
Annem, ben bazen bilmiş bilmiş konuşunca, her seferinde çok güldüğüm minicik bir hikâye anlatır:
“Vışşş! Tosba kabuğundan çıkmış: ‘Tıssss, ben bundan mı çıktım?’ demiş. Goya çıktığı kabuğu beğenmemiş.”
Eski dediklerimizi, burun kıvırıp “tıssss”layarak mı “pissst”leyerek mi ya da bambaşka mı yolcu ederiz bilemem ama…
Eski yılınızı kendi eski yılımla yüreğimin çocuk kalabilen yanı ile kucaklarım.
…Kapatın gözlerinizi, kapatın dış sesleri. Kapatın içinizde durmadan vıdı vıdı eden ve tüm dünyada mistik akımların “aç bir maymun”a benzettiği beyninizin düğmesini. Susturun zihninizi. İndirin şalterleri ve durun. Beyniniz muhtemelen hoşlanmayacaktır bu yeni halden, isyana kalkışacaktır hemen. Evhamlar, vesveseler, öneriler, fikirler üreterek dikkatinizi dağıtmaya çalışacaktır. Oralı olmayın. Yakalayın maymunu kuyruğundan, bağlayın en yakın ağaca. Dursun oracıkta. Yapılacak işleri, yetişilecek yerleri, verdiğiniz sözleri, vazifeleri, payeleri, kariyeri, aileyi, hırs, heves ve emelleri unutun. Sadece durun. Bir an, bir sonsuz an için durun. Ve sonra… o beyazlıkta, o som mutlaklıkta sevdiğiniz birini düşünün. Yoğun bir şekilde. Çağırın onu dünyanıza. Belki beş, belki on dakika. Sonra bekleyin. Maymunu ağacından çözmeyi ihmal etmeyin… yarın aynı yazıyı okuduğunuzda farklı hissedebilirsiniz. Çünkü her an başka bir şan üstüne kuruludur.
Elif Şafak
Firarperest