1999 senesinde Boğaziçi’nden mezun olmama ramak kalmış, girmeye –o zamanlar- can attığım şirketlerle ardı ardına görüşmeler yaparken hepsinin söz birliği etmişçesine sorduğu “Hangi yönünü geliştirmek istersin?” sorusuna “Çok mükemmelliyetçi bir yapım var; bazen bu yüzden yavaş hareket edebiliyorum.” diye politik ve saçma bir cevap geliştirmiştim. Aslında uydurmuyordum, gerçekten de mükemmel icin çabalıyordum. Hiçbir şeyi “yeterince iyi” bulamıyordum. Hakikaten deli saçmasıymış.
Edindiğim bunca deneyime rağmen mükemmeliyetçiliğin kendime şefkat gösterme konusunda kendime attığım en büyük çalım olduğunu yeni yeni fark ediyorum. Her şeyi eksiz yapma eğilimi benim için bir varoluş biçimi haline gelmiş. Uzun seneler boyunca bir şeyi de eğreti, biraz eksik yapma lüksünü hiç tanımamışım kendime. Burada bahsettiğim narsistçe her şeyi mükemmel yaptığıma dair bir inanç falan değil. Herhangi bir şeye dair kendi zihnimde yarattığım mükemmellik standartlarına uymayan herhangi bir şey yapamamam; nadiren yaptığım zamanlarda da içimin içimi kemirmesi. Tembellik edememem; vaktimi daima “verimli” geçirme takıntım. Tabii buradan keyif alma konusunun kapıları açılıyor; geçen haftaki Organic İntelligence / Heart Eğitimi’nde keyif ve haz almak üzerine bambaşka şeyler keşfettim; o da başka bir yazının konusu olsun.
Zaten, örneğin, Şefkat Meditasyonları kendi günlük pratiğimde hiç yer vermediğim, hasbelkader arada bir hocamla yapıyorsam da kendime olan kısımdan çok diğer kişilerle olan kısmına odaklandığım meditasyonlar oluyor. Kendime yönelik şefkati önemsemediğim her halimden belli.
Sitting Still Like a Frog kitabının yazarı Eline Snel, Çocuklarla Farkındalık Pratiği Eğitimi’nin altıncı eğitimini, farkındalık çalışmalarının temel yapıtaşlarından öze yani kendimize ve başkalarına şefkate ayırmış. Özellikle tecavüzlerle alakalı önerge yüzünden önergeyi sunanlara şefkat duymakta zorlansam da hem benim hem de büyük çoğunluğun zorlandığı asıl konu kendine şefkat duyabilmek. Bende bu şekilde ortaya çıkan şey eminim başkalarında bambaşka şekillerde ortaya çıkıyordur. Mesela birçok insanda bu eğilim, kendi kendini amansızca eleştirme olarak ortaya çıkabiliyor. Çok basit bir şekilde “Keşke şöyle yapsaydım; bunu biliyordum nasıl da atladım…” gibi söylemlerle. Ama bir şekilde çoğumuz yeni doğmuş bir bebeğe karşı hissettiğimiz koşulsuz sevgiyi, o bebeğin hayatını sağlıklı, mutlu bir şekilde geçirmesine dair kalpten gelen isteğimizi kendimize karşı hissedemiyoruz.
Eline’in kendine şefkati tanımlamak için seçtigi benzetme, hayatı “astronot kıyafeti” giymeden yaşamak. Yani kendini kapatmadan, kendi acını görerek, hissederek yaşayabilmek. Kendimizi yargılamadan, devamlı eleştirmeden ve yapabileceğimiz potansiyel hatalara karşı devamlı korumaya çalışmadan (benim yaptığım gibi) yaşayabilmek.
Eline kendimize şefkat duymak için şöyle bir mantra da öneriyor:
Şu an acı çekiyorum.
Acının da hayatın bir parçası olduğunu biliyorum.
Şimdi kendime nazik davranayım.
Kendime ihtiyacım olan şefkat ve nezaketi göstereyim.
Bence çocuklarla bu konuda çalışma yapmak yerine bu konuda kendimiz bir adım atabilsek çocuklarımız için daha hayırlı olacak. Hatta aksi halde çocuklarımızla yapacağımız kendimize yönelik şefkat çalışmalarının bir faydası olamayacağını düşünüyorum. Eline’in ilk derste defalarca altını çizdiği gibi farkındalık bizlerle başlıyor ve kendi kendine şefkat de belki bunun en iyi örneklerinden biri. Bu son dersi, ilk dersteki şu çok önemli mesaj ile bağlayayım ki çember tamamlansın.
Astronot kıyafetini yırtıp attığınızı bir hayal etsenize; düşüncesi bile bana sanki gökyüzünü arşınlayan bir kuşmuşum gibi hissettiriyor…
Sepin İnceer